Söyleşi: İzzet İsmailov
Doç. İbrahim Yalımov’a göre, topluma entegrasyonun gerçekleşmesi için ötekini, bir düşman olarak değil de, kendi değerleri bulunan bir başka topluluk olarak kabul etmeliyiz.
– Etnik bilincin durumu pek parlak değil anlaşılan. Dini bilincimiz ne halde?
– Din; bir inanç, ibadet ve ahlak sistemi olmakla birlikte aynı zamanda kimliğin başlıca öğelerinden, veyahut da belirtilerinden birisidir. Din, kimliği iki biçimde etkiliyor – birincisi herşeyden önce din, dini kimlik oluşturulmasında tek etken. İkincisi; din, kültürel ve etnik kimliğin gelişmesinde önemli katkıda bulunuyor. Hatta diyelim ki Pakistan, Bosna gibi uluslar, doğrudan doğruya din, İslamiyet üzerine kurulmuşlardır. Öteki ulusların da din, kimliğin öğelerinden birisi.
Örneğin Bulgaristan Türkleri, kendilerini genellikle Müslüman olarak tanımlamakta. Bulgaristan Türklerinin çoğunluğu Sünni mezhebindendir. 2011’de yapılan nüfus sayımına göre, Bulgaristan’da 588 bin 318 Türk var. Bunlardan 576 bini, kendini Sünni olarak tanımlamış. Ancak 27 bin 700 kadarı da kendini Alevi olarak belirtmiştir. Sünnilik, her şeyden önce Kur’an-ı Kerim’e, Kur’an-ı Kerim’in Hz. Muhammed tarafından tevsirine ve Hz. Muhammed’in sünnetine sadık kalmak anlamına gelmekte. Bu bakımdan Sünnilik ile Şiilik arasında belli ayrılıklar vardır. Her şeyden önce Sünniler, Kur’an-ı Kerim’i olduğu gibi kabullenmekte, bundan bir tereddüt yok. Şiizimde, biliyorsunuz, Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerinin kısaltıldığı ileri sürülüyor. Yani eldeki Kuran’ın tam olmadığını iddia ediyorlar.
Alevilik, Bulgaristan Sünnilerini de etkilemiştir. Sufizme ve Sufizmin Beketaşilik tarikatına özgü olan türbe, tekke, baba gibi konular, Sünniler arasına da girmiştir. Onun için bugün Bulgaristan’da belirli bölgelerde çeşitli tekke ve türbeler bulunmaktadır. Örneğin, Haskovo’da Otman Baba Tekkesi, Stara Zagora’da Kıdemli Baba Tekkesi, Varna’da Akyazılı, Deliorman’da Demir Baba Tekkesi. Bunların hepsi Bektaşi tekkesidir. Ama bunlara bugün Aleviler sahip çıkmakta. Aleviler bunları kendi eserleri olarak kabullenmekte ve dolayısıyla gerektiği zamanlarda her yılın belirli günlerinde bunları ziyaret etmekte, orada ibadet etmektedirler.
– Aleviliğin, Bektaşiliğin kökenleri aynı değil mi?
Bunların kökeni Sufizm, ama ondan sonra ayrı tarikat haline gelmişler, sonra bazıları birleşmeye başlamışlar. Örneğin bazı araştırmacılar diyorlar ki, Bulgaristan’da Bektaşilik, Babailik, Gülşenilik, bunlar Aleviliğin birer koludur. O kadar birbiriyle birleşmişler. Bizim İsperih tarafında dostlarla görüşecek olursan onların kanaatine göre onlar Bektaşi. Aslında onlar Bektaşilerle çok kaynaşmışlar, bugün aralarında fark yapmak pek o kadar olası görülmemekte.
İşte bu bakımdan tasavvufa özgü kurumlar, Sünniler arasında da sızmış. Fakat aynı zamanda diyelim ki, ağaç dallarına pırtı vb. takmak, ondan sonra kurşun dökmek, muska taşımak gibi bir takım hurafeler var. Bu hurafeler, aslında halk inançlarından gelmiş. İslamiyet’ten önce belirmiş, belli ölçüde bugün de yaşamaya devam ediyor. Bunlar her yerde, her ulusta bulunmakta.
İşte bu hurafeler de girdiği için, İslamiyetten ayrı bir takım elemanlara biz Bulgaristan Türkleri arasında da rastlamaktayız. Yalnız şurası çok önemli ki, bizim insanlarımız dinini derin bilmedikleri için hurafeler ile gerçek din arasında fark yapamıyorlar. Bu farkı sezemiyorlar. Şimdi, neden dinlerini yeteri kadar bilmiyorlar? Herşeyden önce bu eğitim düzeyine bağlı. Eğer tarihe bir göz atacak olursak 2. Dünya Savaşı’na kadar Bulgaristan Müslümanlarının çoğu ilk okula bile devam edememiş. Veya en uyanık olanlar, ilk okul mezunu. Bunlar dinini ancak namazını kılacak kadar öğrenmişler. Totaliter dönemde dini eğitim tamamen yasaklandı. Bulgarsitan’da Müslüman okulları yoktu, aynı zamanda devlet okullarında din eğitimi 1951’de yasak edildi. Onun için Bulgaristan Müslümanları, dinini derinlemesine benimseyemedikleri için bazı hurafelere de kapılıyorlar.
– Biz azınlığız. Bu durumda bizim güçlü bir kültürümüz olabilir mi? Güçlü yazarlarımız, şairlerimiz olması mümkün mü?
– Gördüğünüz gibi ben bu konulara herşeyden önce kimlik açısından yaklaşıyorum. Kültür, kimliğin başlıca belirtilerinden, hatta bazı bilim adamlarına göre kimlik demek kültür demektir. Aynı zamanda şunu belirtmemiz lazım ki, dünyada kendi öz kültürü olmayan ulus veya ulusal azınlıık veyahut etnik azınlık yoktur. Her ulusun kendine göre bir kültürü vardır. Her ulusun, kuşaktan kuşağa aktardığı değerler, gelenekler, töreler, düşünce tarzı, yaşam tarzı vardır. İşte bunlar her kültüre bir takım özellikler vermekte, yani her ulusun kültürü özellik kazanmakta. İşte bu özellikler vasıtasıyla bir ulus ötekinden ayrılabiliyor, bir azınlık öteki azınlıktan ayrılabiliyor.
Her azınlığın kültürü vardır, diyoruz, bu arada Bulgaristan Türkleri de tarihi süreç esnasında kendilerine özgü bir kültür yaratmışlardır. Bu kültürün kaynakları, hatta istersen daha Orta Asya’lara kadar uzanabilir, fakat başlıca bu, Osmanlı kültürü ve Osmanlı kültürünün bir kolu olan Rumeli kültürü temelleri üzerine kurulmuştur, bizim Türk kültürü. Yani Osmanlı döneminde Rumeli’de, Balkanlar’da o kültür bir takım özellikler kazanmış. Bunun da başlıca nedenleri burasının coğrafyası, burasının sosyo ekonomik ortamı, bir taraftan, öte taraftan da Balkanlar’da Osmanlı kültürünün yaratılıp geliştirilmesine birçok ulus katılıyor. Böylece buradaki Osmanlı kültürü biraz özellik kazanıyor, bu özelliklerin başında çok renkliliktir. Çok renkli bir kültür ortaya çıkıyor. Osmanlı döneminden gelen bu kültür, Osmanlılar buradan çekildikten sonra gelişmeye devam ediyor. Bu dönemde Bulgaristan Türkleri, Türkiye ile, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti ile kültürel ilişkilerini sürdürüyorlar. Bir taraftan Bulgaristan aydınlarının bazıları, hiç değilse 20’li yılların sonlarına kadar, Türkiye’nin İstanbul, Edirne gibi şehirlerinde eğitim görüyorlar. Türkiye’den bazı yayın organları – dergiler, gazeteler, Bulgarsitan’a da geliyor. Yani kültürel etkileşim devam ediyor.
Bulgaristan Türkleri, özellikle ilerici kesim, Türkiye’de gerçekleştirilen kültür alanındaki reformları izliyorlar, onları belli ölçüde Bulgaristan’da da uygulamaya çalışıyorlar. Öyle ki, Bulgaristan Türk kültürünü, belli ölçüde Türkiye kültürünün bir uzantısı olarak kabul edebiliriz. Aynı zamanda bu kültür, hele de 3. Bulgar Devleti kurulduktan sonra, daha doğrusu 20’li 30’lu yıllarda, Bulgar kültürünün bazı değerlerinden etkileniyor. Hatta benim sözünü ettiğim gazeteler, diyorlar ki, “biz yerli kültürü şimdiye kadar küçümsedik, ama biz bu kültürü kendi kimliğimizi yaralamayacak derecede kucaklamalıyız”. Ve dolayısıyla Bulgaristan kültürünü, Bulgaristan tarihini, coğrafyasını, Bulgarcayı öğrenmeye özendiriyorlar gençleri. “Biz bunları öğrenmeliyiz”, diyorlar.
Daha devam edecek olursak, Bulgaristan’daki Türk kültürü, Avrupa’dan da etkileniyor. Bu genellikle Bulgar kültürü vasıtasıyla oluyor, ama aynı zamanda Avrupa’nın direkt etkisi de oluyor. Öyle ki, Bulgaristan’da, hiç değilse, benim kanaatime göre, 20’li 30’lu yıllarda bir özel, yerli Türk kültürü meydana geliyor. Türkiye kültürünün uzantısı olmakla beraber, o belirli bir takım yerli özellikler kazanıyor.
Bu kültür, aynı zamanda 20’li ve 30’lu yıllarda biraz çağdaşlaşmaya başlıyor. Türkiye’deki gelişmeleri izleyerek modernleşmeye başlıyor. Örneğin eğitim alanında herşeyden önce pedagoji biliminin doğrultusunda ulusal idenin temeli üzere yeni bir eğitim sistemi kurulması öneriliyor ve belirli ölçüde eğitim alanında reformlar yapılıyor. Başlıca bunu şöyle diyebilirim: dini derslerle dünyevi dersler arasında bir uyum sağlanmaya, bir denge kurulmaya çalışılıyor. Dış giyimde, yaşamda da belirli ölçüde değişiklikler yapılıyor. Öyle ki Bulgaristan’da Türk kültürü, Türkiye kültürünü belirli ölçüde izliyor. Bulgaristan’da gelişen bu kültür, genellikle Bulgaristan Türklerinin yaşamını, düşünce tarzını yansıtmakta.
Kültürün hemen hemen tüm kolları gelişmiştir bizde. Herşeyden önce Bulgarsitan Türklerinin oldukça uzun bir tarihe sahip olan önemli bir halk bilimi, yani folkloru vardır. Folklorun çeşitli dalları. Masal, öykü, halk şiiri vs. gelişmiştir. Ve bunlar özellikle Bulgaristan’da gelişen olaylara dayanarak üretilmiştir. Bu folklora dayanarak başlıca bedii edebiyat gelişmiştir Bulgaristan’da. Bulgaristan’da bedii edebiyatın kökenleri de 14. yüzyıla kadar uzanmakta.
Bazı araştırmacılara göre, Osmanlı döneminde Bulgaristan topraklarında 400 kadar yazar çizer bulunmuş. Bunlar öykü ve genellikle şiir yazmışlar. Yani edebiyat 14. yüzyıllarda başlıyor ve 93 savaşından sonra, yani Rus Türk savaşından sonra bu bir azınlık edebiyatı niteliği kazanıyor. Harpten ikinci Dünya Savaşı’na kadar edebiyatımız hızla gelişemiyor. Hatta diyebilirim ki, harpten sonra ilk yıllarda fazla bir adım atılmıyor. Bu dönemde birkaç eser, destan var. Bunlardan birisi Eski Zağra müftüsünün hatıraları. Bunlar daha fazla savaş yıllarındaki Türk ve Müslümanların durumunu dile getiriyor. Genellikle İkinci Dünya Savaşı’na kadar yazarlarımız, şairlerimiz öğretmen. Ve bu dönemde genellikle şiir gelişiyor. Nazım gelişiyor. Şiirler de gazete ve dergilerde yayımlanıyor. Birkaç ayrı kitap da yayımlanmış bu dönemde. Şunu da belirtmem lazım ki, işte o dönemde daha bir takım sahne eserleri de ortaya konmuştur. Orjinal eserler.
Totaliter dönemde, hele de ilk yıllarda, edebiyat hızla gelişmeye başlıyor. 50’li yıllarda, şiirle beraber öykü gelişiyor, güldürü yazıları, sahne eserleri, romanlar yazılmaya başlıyor. Edebiyat hızla gelişiyor bu dönemde. Sonra bir duraklama var.
Demokrasiye geçiş döneminde de yeniden edebi eserler ortaya konulmaya başladı.
Bu eserlerin başlıca özelliği bunlar Bulgaristan Türkünün estetik zevklerini, düşünce tarzlarını, ahlak anlayışını dile getirmekte. Bu bakımdan da biz buna Türk edebiyatı diyoruz. Türkiye edebiyatıyla bunun bağı herşeyden önce dilde görülüyor. Öteki edebiyat da bizim edebiyat da Türkçeyi kullanıyor. Yazı biçimleri de hemen hemen aynı. Ama konularda farklar var. Bunlar daha fazla Bulgaristan’da Türklerin yaşamından alınıyor, ona göre işleniyor. Hatta burada Bulgar edebiyatının da etkileri görülüyor.
Edebiyat bir taraftan Bulgaristan Türklerinin estetik, tinsel ihtiyaçlarını gidermeye yardım ediyor, öte taraftan da, kültürel kimliğini, tarihi bilincini, umumiyetle etnik bilincini gelişmesine yardım ediyor. Özellikle belirtiyorum, romanlar bizim tarihimize ışık tutuyor.
– Sıralama yapılamaz ama en büyük romancımız kim?
– Bir bakıyorum bizde en fazla romancı olarak Sabri Tata tanınır. Sabri Tata’nın benim elimde 3 romanı var. Bunlardan birisi doğrudan doğruya tarihi roman – Tuna Güzeli, zannettiğime göre son olarak çıktı. Orada Osman Pazvantoğlu dönemi dile getiriliyor. Doğrudan doğruya tarihi bir eseri. Fakat Pehlivanoğulları romanı, örneğin, daha fazla Osmanlı buradan çekildikten sonra toplumsal ilişkilerde köklü bir değişiklik oluyor – feodaliteden kapitalizme geçiliyor, Avrupa kültürü burasını etkiliyor, işte o yenilikler Pehlivanoğulları romanında ele alınmış. O bakımdan onu da ben, tarihi roman olarak değerlendiriyorum. Hatta Gün Doğarken romanı onun o günki güncel sorunları ele almış. Totaliter sosyalizmin ilk kuruluşunda köyde gelişmeleri. O bakımdan güncel bir romanmış, fakat bugünkü bakımdan yine bir tarihi nitelik kazanıyor. İşte bunlar bizim bilincimizin gelişmesine yardım ediyor.
Edebiyatın dışında sanatın öteki kolları da belli ölçüde gelişmiştir. Onların arasında en fazla gelişen bence halk türküleri. Öteden beri bizim insanlarımız türkü söylemekte, bayramlarında, düğünlerinde, aile merasimlerinde. Şimdi bunları eğer inceleyecek olursak şunu göreceğiz – herşeyden önce bunların bazıları Anadolu’da söylenen türküler veya Anadolu’da söylenen türkülere yakın. Fakat bunların arasında yalnız Bulgaristan Türklerine özgü bir takım türküler var. Örneğin Ayşe’nin Kaşları Kara, Kırcaali ile Arda Arası, Arda Boyunda gibi bir takım türküler var. Osman Aziz, rahmetli söylüyordu. Bunlar Bulgaristan’daki gerçekleri dile getiriyor, bizim estetik anlayışlarımızı yansıtıyorlar.
Müzik sanatımızın belirtileri, hemen hemen Rus Türk savaşından sonra 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkıyor ve 20’li yıllarda daha da gelişiyor. O zamanlar kıraathanelerde veyahut okullarda müzik grupları kuruyorlar, saz grupları kuruyorlar. Bunlar insanların arasına çıkıyor ve şarkısını türküsünü söylüyor.
Bizde müziğin gelişmesinde totaliter dönemin ilk yıllarında bir atılım yapıldı. Bu iki yolla oldu. Birincisi; herşeyden önce memleketin çeşitli bölgelerinde, köylerinde, kasabalarında, folklor grupları kuruldu. Benim tespit edebildiğime göre, başka arkadaşların da tespit edebildiğine göre, 60’lı yılların başlarında tüm Bulgaristan’da 500 kadar folklor takımı var. Bunlar zaman zaman, folklor gösterileri düzenliyor, kendi aralarında yarış yapıyor, böylece müzik sanatı gelişiyor. Bunun dışında Sofya radyosunun Türkçe redaksiyonu da bir takım yarışmalar düzenliyor. Onlar kendileri araştırmalar yaptılar ve bin kadar türküyü plaka yazdılar. Böylece müzik sanatı gelişti.
Öte taraftan bildiğiniz gibi, 50’li yılların başlarında Razgrad’da, Şumen’de ve Kırcaali’de estrat tiyatroları kuruldu. Bu estrat tiyatrolarının genellikle 3-4 grubu vardı, bu gruplardan biri müzik grubuydu. İşte bunlar şarkıları ve türküleri, hatta unutulmuş türküleri yeniden canlandırıp sahneye koydular. Ve bir takım araştırmalar başladı, türküler toplandı, yazıya döküldü, notalandırıldı ve geliştirildi.
– Ya salt tiyatro sanatı?
– Tiyatro tarihimiz o kadar zengin değil. Karagöz tipinden bir takım oyunlar daha Osmanlı döneminde Bulgaristan Türkleri arasında da görülüyor, ama bizde tiyatro grupları da, genellikle 20’li yıllarda oklullarda, kıraathanelerde, örneğin Türkiye yazarlarının eserlerini, Moliere’in bazı eserlerini tercüme edip sahneleştirmiş.
Ve yerli bazı kimseler de var, mesela Mustafa Alyanak isminde bir yazar var sahne eserleri de yazmış ve eserleri sahnelenmiş. Fakat profesyonel tiyatro bizde 50 yıllarında başlıyor, az önce söylediğim gibi üç estrat tiyatrosu kuruluyor. Bu tiyatrolarda müzik grubuyla beraber tiyatro grupları da var, bunlar genellikle ilk başta birer perdelik eserler ortaya koyuyor, daha sonra üç perdelik, dört perdelik eserler sahnelemeye başlıyor. Böylece tiyatro sanatı da belirli ölçüde gelişiyor.
Sanatlardan kanaatimce en fazla gelişen diğer bir kol o da mimarlık. Mimarlık daha fazla Osmanlı döneminde gelişmiştir. Osmanlı mimarisi de belirli ölçüde Arap mimarisi ile Bizans mimarisinin karmasıdır. Mimari, herşeyden önce cami ve ibadethanelerde görülmekte. O dönemde kurulan camilerin bir kısmı hala ayakta. Sofya camii, Şumen’deki Yeni Cami, Razgrad’daki İbrahim Paşa Camii vs. Bunlar önemli sanat eseridir onun için dördü – Şumen, Plovdiv, Stara Zagora ve Samokov’daki camiler, kültür abidesi ilan edilmiştir Bulgaristan’da. Aynı zamanda tekkeler bulunmakta, onların da kendine özgü bir mimarisi var. Aynı zamanda ev kuruculuğunda da belirli özellikler var. Yani mimar sanatı fazla gelişmiş. Ama maalesef totaliter sosyalizm döneminde modernleşme sonucu köylerde o zamanki evlerin çoğunluğu, artık yıkılmış onların yerine yeni tip evler kurulmuştur. Onların dışında çeşmeler var, saat kuleleri var, bedestenler var vs. birçok mimari eser var. Maalesef bedestenlerden ancak Şumen’deki belirli ölçüde korunmuş durumda. Saat kulelerinin çoğu duruyor. Çeşmeler çok az kalmış.
Şimdi tasvir sanatında durum biraz başka. Ressamlıkta en fazla hattatlık sanatı ve tezyin gelişmiş. Hat sanatı deyince bugün de cami duvarlarında Kur’an-ı Kerim’den güzel bir şekilde yazılmış çeşitli ayetleri görebiliyoruz. Burada dört beş tane ulsüp var, onlardan en büyüğü, hattatlığın anası sayılan kufi var. Bu sanat son derece gelişmiş. Bizim Osman Keskioğlu’nun belirttiği gibi Osmanlı döneminde Şumen’de, Aytos’ta, Sofya’da, Küstendil’de ve bazı başka kasabalarda çok anılmış hattatlar varmış. Hattatlar, Kur’an-ı Kerim’den ayetler yazmakla birlikte Kuran’ı el yazısıyla yazmakta ve süslemekte aynı zamanda.
Onunla beraber tezyin var, duvar süslemeleri. Bu da daha fazla cami duvarları süslemekte kendisini gösteriyor. Bizde bugün Şumen’deki Tombul Cami, ondan sonra Samokov’taki Bayraklı Cami’de tezyin görebiliriz. Yalnız bizde canlı varlıklar resim edilmez, genellikle geometrik şekiller ve nebatat yaprakları, kolları biçimde bir takım süslemeler ortaya koyulur. Bunun dışında resim sanatına şahsen ben rastlayamadım, hatta İslam dünyasında çok fazla gelişmiş olan minyatürler var, ancak benBulgaristan’da yerli minyatürlere rastlayamadım.
El sanatları oldukça gelişmiştir bizde. Hem uzmanlar tarafından hem de ailelerde işlenilen. Bunlar daha fazla düğünlerle, evlenmelerle ilgilidir, düğün yapacak olunca geline bindallı hazırlatılır. Çeyizin içinde don, gömlek, çorap, eldiven türünden bir sürü şey vardır, bunları gelin ya kendisi yapar, ya ablaları işler, bu da el sanatlarının gelişmesine yardım etmiştir.
Kısaca buraya kadar şunu söyleyebilirim: Bulgaristan’da özel bir, yerli Türk kültürünün temelleri atılmıştır.
– İyi de bu kültür ne kadar büyük ve güçlü bir kültür?
– Kuvvetli kültür deyince ben işte bu kültürü yeni, daha bir yüksek düzeye yükseltmeyi anlıyorum. Maalesef bizim kültürümüz belki de edebiyat dışında öteki kollarda halk kültürünü, halk geleneğini aşamamış. Türkülerin üzerine bir opera, dansların üzerine bir bale kurulamamış. İşte bizim önümüzde duran görev Bulgaristan Türk kültürünü yeni bir aşamaya ulaştırmaktır. Bu mümkündür.
Azınlıklar kuvvetli kültür yaratabilir. Bence bunun en açık örneği Yahudilerdir. Yahudi azınlığı dünyanın hangi yerinde yaşarsa yaşasın en azında, çoğunluğun kültürü düzeyinde bir kültüre sahiptir, çoğu zaman da o kültürden biraz daha yüksektir. Biz de bunu yapabiliriz, hatta parantez içinde şunu belirteceğim, aslında bizde bazı kimseler dünya kültürü düzeyine çıkabilmişlerdir. Bunlardan biri mesela Yıldız İbrahimova, şarkı, müzik alanında dünya düzeyinde bir sanatçı. Vejdi Raşidov, heykeltıraş. Maalesef çok genç yaşta bizi terk etti Mesut Mehmet isminde bir orkestra şefi vardı, o da Amerika’da genç orkestra şefleri yarışmasında birincilik kazandı. Biz de dünya seviyesine ulaşabiliriz ama bazı objektif şartlar yaratmak lazım. Herşeyden önce devlet, bizim kültürümüzü mali bakımından desteklemelidir. İkincisi biz kendi aramızdan eleman yetiştirmek zorundayız, yani kültürün her sahasından – müzik, edebiyat. Bize bir taraftan bilimsel araştırmalar yapacak elemanlar, öte taraftan da şarkı söyleyecek, tiyatroda oynayacak elemanlar lazım. Bunları yetiştirmek gerekiyor. Bu da planlı, programlı çalışma sonucunda elde edilebilir.
– Gündemde olan ana dili konusuna gelelim. Bir çocuktan, hem resmi dili hem ana dilini iyi bilmesini isteyerek o çocuğu zorlamıyor muyuz? Herkesten iki dil bilmesini isteyemeyiz.
– Herşeyden önce bir Fransız filozof diyor ki, kimlik dildir, dil bitti mi kimlik de biter. Öte taraftan biz kendi aramızda iletişimi nasıl gerçekleştireceğiz, elbette ana dilimizle gerçekleştireceğiz. Onun için biz ana dilimizi bilmek zorundayız. Benim kanaatime göre resmi dili bildiğimiz kadar ana dilimizi de bilmeliyiz. Bende öyle bir kanaat uyandı ki, bugün dünyada gençlerin çoğu iki dil biliyor. Yalnız iki dil de değil, üç dil söz konusu bugün. Ana dilini, resmi dili ve bir de batı dilini bilmek zorunda çocuk, eğer kendi yeteneklerinden gerektiği kadar yararlanmak istiyorsa, eğer hayatta başarılı olmak isterse mutlaka üç dili öğrenmesi şart.
Şimdi bu mümkün mü, yaygın bir kanaate göre çocuk, anadilini öğrenirken resmi dili gerektiği gibi öğrenemiyor. “Ana dili, resmi dile engel oluyor”, diyorlar. “Çocuğa ek bir yük yükleniyor”, diyorlar. Fakat pedagoji bilimi öteden beri şunu ispatlamış, yabancı dil ancak ana dili temeli üzerinde öğrenilebilir. Onun için eğer pedagoji bilimine sadık kalacak olursak başta ana dilini, ondan sonra resmi dili ve ötekilerini öğrenmesi gerek.
Dahası da var, son yıllarda bilim adamları, her iki dil paralel öğrenilirse daha başarılı olunduğunu kanıtladılar. Onun için çocuk daha konuşmaya başlar başlamaz ailede iki dili öğrenmeye çalışması lazım, veyahut ona iki dili öğretmeye çalışmaları lazım. Ana babalardan birisi Bulgarca konuşursa ötekinin Türkçe konuşması benim kanaatime göre yararlı olacak.
– Azınlıkız. Ana dilimizi nasıl bir seviyede öğrenmeliyiz, öğrenebiliriz?
– Şimdi sizin söylediğiniz bu dilleri üst düzeyde öğrenmeyi ben şu şekilde anlıyorum – çocuk genel olarak edebi resmi dili ve edebi ana dilini bilmeli. Bunun üstünde, kendi uzmanlık sahasıyla ilgili deyimlerin Bulgarcasını ve Türkçesini de bilmeli. Yani o mühendis ise terimleri bilmelidir, filozof ise felsefi deyimleri öğrenmelidir. İşte burada uzmanlık düzeyi ortaya çıkıyor. Eğer biz ana dilimizin öğrenilmesine önem vermezsek yakın gelecekte kimliğimiz kaybolabilir.
Şimdi ana dili deyince bizim dilimiz Türkçedir, ama bu Türkçenin bir takım özellikleri var. Mesela burada, benim üniversitelerde okuduğum zaman Macaristan’dan birisi geldi Türklük uzmanı, Sofya üniversitesinde dersler verdi, onun tespitlerine göre Bulgaristan Türkçesinin 18 tane özelliği var, Türkiye Türkçesinden farklı olarak. Genellikle daha 30’lu yıllarda Polonya’dan Kovalski isminde birisi geliyor ve Deliorman Türkçesini izliyor ve Deliorman Türkçesi, Osmanlı Türkçesinin diyalektlerinden biridir, sonucuna varıyor. Öte taraftan Bulgaristan Türkçesi, edebi Türkçeye ve İstanbul ağzına en yakın ağızlardan biri. Çünkü burada coğrafi bakımından biz birbirimize yakınız ve bizim aydınlarımız Türkiye’de dildeki gelişmeleri izleyebilmişlerdir.
Bu dili, benim kanaatime göre, Türk çocukları öğrenmeli, fakat öğrenim meselesi hem totaliter dönemde hem bugünlerde bir sorun haline geldi. Yani, ana dilini öğretecek bir öğretim sistemi kurulmadı bizde. Bugün ortalama çocuklarımızın ancak %10’u ana dili Türkçeyi öğrenmeye çalışıyor veyahut Türkçe kurslarına katılıyorlar. Bizde azınlık dillerini bir küçümseme var. Çok dillilikten bahsedilirken onlar göz önünde bulundurulmuyor. Veyahut daha basit ele alacak olursak Bulgaristan Türkçesine öyle günlük hayatta konuşulan mutfak dili olarak bakılıyor. Halbuki asırlar boyunca bu dilde binlerce edebi ve bilimsel eserler yaratılmıştır. Bu göz ardı edilmemeli ve küçümsenmemeli. Biz dilimizi öğrenmeye çalışmalıyız.
– Biz Türkler, Bulgaristan toplumunun bir parçası olabildik mi?
– Şimdi, bir azınlık topluluğunun yaşadığı ülkenin toplumunun bir parçası olduğu hissine varabilmesi için herşeyden önce onun yurttaşlık bilincinin gelişmesi lazım. Az önce etnik bilinçten söz ettik. Benim tespit edebildiğim kadarıyla 20’li yıllarda Bulgaristan Türklerinin etnik bilinciyle yurttaşlık bilinci beraber oluşmaya başlıyor. 20’li yıllarda Bulgaristan’da yayımlanan Türkçe gazetelerin bazılarında “Biz Bulgaristan vatandaşıyız” bilinci uyanmaya başlıyor. “Bulgaristan hepimizin vatanıdır” diye düşünmeye başlıyorlar. Vatanı da yalnız üzerinde doğdukları bir toprak parçası olarak değil bir politik, kültürel, bir sosyal ortam olarak kabulleniyorlar. Bu bilinç, totaliter sosyalizmin ilk yıllarında oldukça gelişiyor, daha fazla sosyalist patriotizm vurgulanıyor.
Son yıllarda, demokrasiye geçiş yıllarında, Bulgaristan Türklerinin yurttaşlık duygularının gelişebilmesi için yeni bir takım etkenler ortaya çıktı. Bunların başında herşeyden önce yurttaşlığın en önemli ilkesi eşitliktir. Bulgaristan Anayasası’nın 6. maddesine eşitlik ilkesi kondu. Bulgaristan vatandaşları eşittir, dendi.
Öte taraftan son yıllarda sanırım siz de görmüşsünüzdür Bulgaristan’da yurttaşlık ulusu tezi yaygınlaşmaya başladı. Yurttaşlık tezine göre Bulgaristan vatandaşlarının hepsi Bulgar ulusunun birer üyesidir. Ve giderek Bulgaristan’da hiç olmazsa formal olarak resmen bir takım azınlık hakları tanındığı ilan edildi.
Bütün bunların hepsi yurttaşlık bilincinin gelişmesine yardım ediyor. Bizde yurttaşlık bilinciyle etnik bilinç arasında çoğu zaman bir ahenk bulunuyor. Ama bunların arasında belirli göreceli farklar var, bu farklar da korunuyor. Bunalım dönemlerinde bunların arasında gerginlik ortaya çıkıyor, hatta çatışma eğilimi beliriyor. Yani bizim bilincimiz çelişkili. İşte böyle belirli dönemlerde bu çatışma ortaya çıktığı için bizim Bulgaristan Türkü, toplumsal kültürel hayata dolu düzgün katılamıyor.
– Şubat ayındaki protestolara da katılmadılar.
– Baştan şunu belirtmemiz lazım ki, protesto gösterileri başlıca büyük şehirlerde gelişti. Bizim insanlarımızın çoğunluğu ise hala köylerde. Yani Bulgaristan Türklerinin %60’ı köylerde ve küçük kasabalarda yaşamaya devam ediyor. Herhalde büyük şehirlerde protesto gösterilerine katılan Türkler de bulunuyor, ama onlar ön plana çıkmadığı için onları göremiyoruz. Çoğunluk ise çekimser. Protesto gösterilerine katılmıyor.
Neden katılmıyor – bence onların siyasi kültürü gerektiği kadar gelişemedi. Bulgaristan’da Türklerin siyasi kültürünü geliştirebilmek için gerekli şartlar yaratılmadı. Mesela bizim insanlarımız, daha doğrusu aydınlarımızın yeni düşünceler üretip bu düşünceleri tartışma, bu düşünceleri yayma olanakları yok. Bizde ne tartışma kulüpleri var, ne de tartışılacak, tartışma konuları yayımlayacak dergi ve gazetelerimiz var. Onun için düşüncemiz ağır gelişiyor. Aynı zamanda Bulgaristan Türkleri arasında paternalizm yaygındır. Paternalizmde bütün ümitleri bir babaya bağlamak, düşünmeyi babaya bırakmak, bize düşen görev babanın söylediklerini yerine getirmek, onun gösterdiği yoldan gitmek var. Bunun etkisi hala duyuluyor kanaatime göre.
Bununla beraber köylü zihniyeti de devam ediyor, çünkü Türklerin çoğunluğu köylerde. Bir de korku var. Bulgaristan Türkü “Biz gösterilere katılırsak bunun sonucu ne olur” diye düşünüyor. “Acaba, protesto ettiğimiz güçler, yeniden iktidara gelirse biz güç duruma düşmeyiz mi” diyorlar. Aynı zamanda benim kanaatime göre, acaba protesto gösterilerine katılırsak biz kendi öz partimizi de güç duruma düşürmeyiz mi, korkusu da var. Çünkü bizim HÖH de belli ölçüde iktidardaydı son yıllarda. İktidarı, siyasi sınıfı protesto etmek aynı zamanda onları da protesto etmek anlamına geleceği için bence çekimser davranıyorlar.
– Bizim bir azınlık olarak topluma entegre olmamızda azınlık ve çoğunluğun ne gibi sorumlulukları bulunmaktadır?
– Bence herşeyden önce şunu göz önünde bulundurmamız lazım, entegrasyon oluşmuş, dolu bir fenomen değil. Bu gelişmekte, değişmekte olan bir süreç. Bir sürecin gelişebilmesi için onun desteklenmesi gerek. Bunu hem çoğunluğun hem de azınlığın desteklemesi gerekmektedir. Ancak o zaman entegrasyon gelişebilir.
Bunu yapabilmek için iki tarafın ne yapması lazım – herşeyden önce hem çoğunluk hem azınlık küreselleşme döneminde entegrasyonun, çoğunluk ile azınlık arasında ahenk sağlamanın alternatifi olmadığını anlaması lazım. Bu bir nesnel, doğal bir süreçtir, bunu biz kabullenmek zorundayız. İkincisi, entegrasyonun anlam ve özünü kavramaya çalışmamız lazım. Entegrasyon dedikten sonra ne anlaşılması lazım: entegrasyon, etnik toplulukların, yan yana bir arada yaşaması anlamına gelmemekte. Entegrasyon, azınlıkların kimliklerinden vazgeçerek çoğunlukla kaynaşması, erimesi anlamına da gelmemekte. Entegrasyon, çoğunluk ile azınlıkların bir arada yaşaması ve bir arada yaşarken karşılıklı etkilenmesi anlamına gelmekte.
Bu etkilenme sonucu da her halde daha fazla, demokrasi değerlere dayanan bir takım değerler ortaya çıkacak. Diyelim çoğulculuk, hoşgörü, diyalog gibi yeni değerler ortaya çıkacak. Bu değerler üzerine biz belirli ölçüde bir birlik kurabiliriz. Onun için ben burada özel olarak entegrasyonun Türkçesi bütünleşme kelimesini kullanmıyorum. Bütünleşme yerine, ahenk kurmak, uyum sağlamak deyimlerinin kullanılmasını doğru buluyorum.
Bunları gerçekleştirdikten sonra yapılacak başka neler var? Kanaatimce Bulgaristan’da özellikle, entegrasyonun sağlanabilmesi için her iki tarafın da tarihi süreç esnasında oluşan ön yargıları, stereotipleri aşması lazım. Tarihe efsanevi biçimde yanaşmamak, akılcılık açısından yaklaşıp tarihte yalnız bizi ayıran olaylara değil, bizi birbirimize yaklaştıran olay ve idelere önem vermek lazım. Kısaca biz, ötekini, başkalığı, bir düşman olarak değil de, kendine özgü bir takım değerleri bulunan bir başka topluluk olarak kabul etmeliyiz.
Yani kendi aramızda güven sağlamalıyız. Bulgar topluluğunun bize güvenmesi şart. Bulgar topluluğunu en az üçte biri, Türk azınlığını Bulgar ulusal güvenliği açısından tehlikeli bulmaktadır. İşte bunları aşmak zorundayız. Bunları yapabilmemiz için de aramızda daimi bir diyalog olması lazım. Hayatın ortaya koyduğu sorunları görüşerek, anlaşarak çözmeye çalışmamız lazım. Diyaloğun ise kamuoyuna açık olması gerekiyor. Diyaloğun eşitlik ilkesine dayanması şart. Yani birbirimizi eşit olarak kabul etmemiz lazım. Çoğunluk, azınlığı küçümsememesi lazım. Öte taraftan diyalog esnasında taraflar kendi görüşlerini karşı tarafa empoze etmeye kalkışmamalıdır. Ve bu doğrultuda her iki tarafın görüşlerini birleştirerek ortak görüşlere doğru gitmeleri lazım. Entegrasyon, ancak bu şekilde anlaşılırsa gerçekleştirilebilir. Fransa ve Almanya’da entegrasyon, asimilasyona eşit olarak kullanılıyor. Entegrasyon deyimi altında azınlıkları eritmeye çalışıyorlar, bunu gören azınlıklar da tepki gösteriyor, onun için de entegrasyon gerçekleşmiyor. Entegrasyonda herşeyden önce çoğulculuk prensibini kabul etmesi lazım, başkalıkların bir arada yaşamasının önemini anlaması lazım.