Bağlantı haritası Anasayfa » Sabri Alagöz’ün “Mazlumlar ve Mankurtlar” adlı ansiklopedik eseri yayından çıktı

Sabri Alagöz’ün “Mazlumlar ve Mankurtlar” adlı ansiklopedik eseri yayından çıktı

Kaleme alan: Prof. Mümün Tahir Akyamaç

Sabri   Alagöz’ün  “MAZLUMLAR  ve   MANKURTLAR” kitabını  okuyup  son   sayfasını  kapadıktan   sonra  coşkuyla  bağırasım  geldi  içimden:  “BU  BİR  ANSİKLOPEDİ!“  Bugüne  kadar  kitabın   içerdiği  olayların  tümünün  yazılıp  çizildiğini,  söylenilecek  olanların  söylendiğini  hesap  ediyorduk.  Kesin  olarak  söyleyebiliriz  ki,  hiç  de  öyle   değilmiş.  Şu  an  elimizdeki  eser  Bulgaristan  Türklerinin  ortak  bilincine   yeniden  hayat  vermiş  ve  zenginleştirmiş   olmaktadır.  Müellif  bu   kitabı  çok  emek  ve  enerji  harcayarak,  büyük  miktarda  belgesel  malzemeye  dayanarak,  onları   kendi  gözlem   ve  izlenimleriyle  uyumlayarak   kaleme  almıştır.  Eser  okurlarını  ülkemizdeki  Türk  etnik  topluluğu   temsilcilerinin  geleneksel  ahlaksal değerlerinin  sonsuzluk  önemine   saygı   ve  sevgiye    davet  etmektedir.  Sabri   Alagöz    belli  ki  okuyor, araştırıyor,  okuduğunun   yorumunu   yapmasını   ve  aydınlatmasını   biliyor.  O   yetenekli   ve  cömert   bir   müelliftir, dirayetli  bir    şairdir,  yazardır.   Bütün  yaratıcılığı   ise,  ciddi   araştırmalarla   renkleştirilmiş   ve  zenginleştirilmiştir.     

 Herhangi   bir  kitaptan  söz   etmek  istediğimiz  zaman  her şeyden  önce  onun  müellifi   hakkında  birkaç  söz  söylemek   gereklidir.  Ben,  yıllar  önce,  Sabri   Alagöz’ün  şair,  gazeteci,  edebiyat  eleştirmeni,  çevirmen,  araştırmacı,  toplumcu  olduğunu  yazdım. O  gerçekten  çok   yönlü  bir  kişi,  zamanının   nabzıyla  yaşayan  bir   kişidir. 

Bir   yaratıcı dönemi   hakkında  sözünü   söylemekte,  şiirini  yazmakta, olayları   yansıtmakta   gecikmemelidir.  O,  işe,  randevulara   gecikebilir,  lakin  yaratıcılık  borcunu   ifada   asla  gecikmemelidir.  Sabri  Alagöz  yazması  gerekeni   yazmakta  asla  gecikmemiştir. Belirli   şiirini,  makaleni,  eseni,  belgeselini  yazmakta  geciktinse  onu   daha  iyisi  yazmamaktır.  Sabri  Alagöz’ün   yaratıcılığında  hangi  türün  önde   gittiğini  belirtmek  güç  bir  mesele.  Çünkü  bütün  türler  biribirini  bir  bütün   haline   getirmektedir.  O,  olup  bitenler   hakkında fikrini  ortaya  atmakta   gecikmemektedir,  kalemiyle,  sesiyle  ve  faaliyetleriyle   ifade  eder.  Bunu  işbu  önümüzdeki  “MAZLUMLAR  ve  MANKURTLAR”  kitabıyla   da  kanıtlamış   olmaktadır.

Yaratıcılık bugünü  yenileştirir,  belirli  şekil  ve  araçlar  vasıtasıyla   ondan   önce  var olmayan  yeni   bir  gerçekliği  biçimlendiren   sosyal  önemi   haiz   insan   tarafından   gerçekleştirilen   bir   faaliyettir.  Yaratıcılık, insan  emeğinin  bir  ürünüdür,    onun  ontolojik özelliğidir,  ulaşılan   sonuçlara   karşı  eleştirel  yaklaşımla   birleştirerek  yeni  bir   şey,  verimli  esassız  bir  fikir,   yani   muhayyile  yaratan   yapıcı   bir  faaliyettir. Lakin  herhangi   bir  şeyin  yaratıcılık   olarak  kabul  edilmesi  için  onun   yalnız  yeni   olması  yeterli  değildir,  onun  bir  değeri   olmalıdır   veya  belirli   bir  durumun  kognitif  istemlerine  uygun  olması  gereklidir.

Bu  bağlamda  “MAZLUMLAR  ve   MANKURTLAR“    son  on  yıllarda  bu   konuya  hasredilen  başlıklardan  farklanan  bir  özelliğe   sahiptir.  Müellif,  canımızı  acıtan,  Bulgar   hükümetlerinin  milli  sorunla  ve  Bulgaristan  Türklerinin  otantiklik  ve  geleneklerini  savunma   mücadeleleriyle   ilgili  izlediği  politika   konusu  üzerine  yönelmiştir.  Bu   kitap,  günümüz  tarihiyle  edebi  tarihçiliğin  hak   ve  itibarını iade  eden,  fevkala kompozisyonlu,  yüksek  vatanseverlik  edası  ve  okunmaya  yatkın çok   kapsamlı  ve  polifonik,  kalpleri   mest eyleyen  ayan   ve  güzel  akıcı  bir  dilde  kaleme  alınmış  bir   kitaptır.  Bu   kitapta  yalnız   tarih  değil,  aynı   zamanda  ele  alınan  konuların  derin  bir  duygusal   yaşantısı    ve  şeref,  onur,  insanlar arası ilişkiler,  özgürlük  sorunlarıyla   ilgili  konular   var.  Müellif,  eserinin  ereklerini  şöyle  sergilemektedir: “Bir  evlad-ı  fatihan  torunu,  bir   Bulgaristan  Türkü   olarak   hala   talihimiz  ve   tarihimiz  ile  meşgul   olmaya   devam   ediyorum.  Nobel  ödüllü  Şili   şairi   Pablo   Neruda:  “Üstad,  sen  aramızdan  ayrılıp  gittin!  Biz  hangi   yoldan  devam   edelim ?“  diyerek   yas   tuttuğu  büyük   Türk  şairi  Nazım  Hikmet  ve    eserleri  neredeyse,  hemen   hemen  bütün   dillere  çevrilmiş  olan  Kırgız  yazarı   Cengiz  Aytmatovların vasiyetlerine  istinaden  başlıca   kendi   tarih  ve   talihimizi  dile   getirmeye  çaba  gösteriyorum.  Bu   hususta   birkaç  adım  attım.  Hak  Teala  izin   verirse,  daha  birkaç  adım  atmak   niyetindeyim.  Biz   Bulgaristan  Türklerinin     bu   topraklardaki   varlığımızı   inkar   edenlere  gereken   yanıtı  vererek  bu   dünyadan gitmek  benim  için  büyük  mutluluk   oluşturacaktır.”  Müellife   yaşamında   ve  yaratıcılığında  uzun  ömürler  temennilerinde  bulunurken,  yazarın  neredeyse  amacına   nail   olduğu  kanısına   vardığını   da   belirtmek   isterim.

Bu   kitabın  hangi   edebi   janra  mensup   olduğunu  kesin   olarak   belirtmek  olası   değil.  O,  bir nevi  tarihin,  felsefenin, psikolojinin,  gazeteciliğin,  araştırmacılığın, kişisel   yaşantıların  vb. sinergisidir,  yani  bir  araya   getirilip  bir  bütün   oluşturmasıdır.  Böyle  bir   yaklaşım   kitaba   daha   cazibeli  ve  daha   ilginç  bir   hal  kazandırmaktadır.    Müellif,  tarihimizde   insan   onurunun  ayaklar  altına  alındığı,   insan   hak  ve  özgürlüklerinin   kısıtlandığı,  yurttaşlarımıza   yapılan   insanlık dışı, çağdışı  ve  uygarlık dışı  davranışlara,   Bulgar   hükümetlerinin  asimile  politikalarını  içeren   v.s.  tanık   olduğumuz  belirli   dönemlere  ayrıntılı  bakış  yapmaktadır.

Böyle   bir   bakış  ülkedeki  etnik  azınlıklara    uygulanan  politikalarla  ilgili  gerçeklerin  tespiti  açısından  önemlidir.  Çünkü  azınlıklar  sorununun  aslı   bu  veya  şu   devlette  onun   varlığını  tanımaktan  veya   inkar   etmekten  ibaret   değildir,  çünkü  azınlıklar  koca  meydandadır,   onlara  karşı  yaklaşımda  ve  yürütülen  politikadadır.  Sorun  birleşik  ve  çok kapsamlıdır.  Ve   Sabri   Alagöz  bu  sorunun  içinden    başarıyla   çıkmaktadır.

Benim  eleştirmemde  ele   aldığım  metinleri   anlatma  alışkanlığım  yoktur.  Zaten   bir   eleştiride  metinleri  anlatmak  önemli   değildir.   Burada   her şeyden   önce  eleştirmenin  ortaya   attığı   düşünceleri   önemlidir.  Eleştiri   tenkidi    bir  bakıştır,  yeni   bir   olayı  sergilemekte,  ele  aldığı  esere  değer   biçmek  ve  kısaca   onun  tahlilini   yapmaktır.   Lakin   belirtmek   isterim   ki,  “MAZLUMLAR   ve  MANKURTLAR”   kitabı  orijinal   buluşlar   olarak   kabul  edilebilecek  bir  sıra  unsurlar   içermektedir.  Ve  bu   özellik,     Bulgaristan’daki   Müslümanların   hayatını   ve  hükümetlerin  onlara   münasebetleri   gibi  fevkalade   aktüel  olan  yürekler  acısı  sorunlara  tahlili müellifin     ciddi  bir  başarısı  olarak  kayda  geçmelidir.

Dr.  Sabri   Alagöz’ün  bu   hacimli   eseri   kaleme  almasında  zorunlu  olarak   belirtilmesi    gereken  bir  hususiyet  varsa  o  da:  “GERÇEK,  GERÇEK,  ANCAK   GERÇEK”.  Vicdan   sahibi   bir   araştırmacı   olarak   Sabri   Alagöz  belirli   bir  bilgiyi  okurlara     sunmazdan   önce,  delillerin  doğru,  inanılır  olup   olmadıkları  sorusuna  yanıt   aramaktadır.   Ancak  olayın   belgelerle  veya  başka   kaynaklarla  doğruluğu  tesbit   edildikten   sonra  okurların   dikkatine  sunmaktadır.  İşte  size  bir   örnek:  “ÖNEMLİ  NOT”:   Yukarıda  BEYANAT’la   ilgili    herhangi  bir  iddiası   olanlar  Dr.  Sabri   Alagöz’ün  arşivinde   kendi  imzalarını  ve  fotograflarını   görebilirler”. Tüm  varlığımla  beyan   ediyorum  ki,  bütün   kitapta  durum   böyledir. 
Sabri  Alagöz  Bulgar   Komünist   Partisinin   Türk  azınlığına   karşı,  özellikle  1944 – 1989  dönemi    izlediği   politikasını   inandırıcı   ve  bilimsel  bir   sahneye   atmaktadır.   O  dönemde  başlıca  komünist  partisinin    hakim   olduğu  hükümetler    sahnede   üstünlük   kazanmış   olan  Marksizm  –  Leninizm  ideolojisine  dayanarak   azınlıkları  ortadan  kaldırıp  bütünleştirmek  istiyorlardı.  Devlet   ile  azınlıklar   arasındaki   münasebetleri   tanzim   eden   iki  esas   belge,   yani   1947  ve   1971   yılları  Anayasalar  karşısında  eşitlik  garanti  eden,  milliyet,  menşe   ve   iman,  din   özgürlüğü,  herkesin  milliyetini  kendi   belirlemesi,     milli  azınlıkların   kendi  ana   dillerinde   eğitim  görme    ve   kendi  milli  kültürlerini   geliştirme   hakları  açısından  ayırıcılığa  meydan   vermemektedirler.

1971  yılı  Anayasası’nda  “milli  azınlıklar”dan  söz   edilmiyor.  “Bulgar   asıllı  olmayan  vatandaşlar”dan   söz  ediliyor.  Onlara  kendi  dillerini  öğrenme   hakkı  tanınıyor,  “milliyet,  menşe,   din,  cinsiyet,  ırk,  eğitim  ve  sosyal  durum”  konularında  ayırımdan   savunma,  aynı   zamanda  vicdan   ve  dini  merasim  ve  ayinler  serbestliği  teminat  altına   alınmaktadır.   Fakat   öte yandan    dil,  kültür   ve  basın  alanında  azınlıkların  haklarına   tedricen  türlü   kısıtlamalar   getirilmektedir.

Totaliter   komünist   rejim    döneminde    azınlıkların   etnik  aidiyetliğini  teşvik   politikası  temelli   yön  değiştirmektedir.   Herkesçe   bilinen  1956   yılı  Bulgar   Komünist  Partisi  Merkez  Komitesi  Nisan   Plenumuyla  parti   liderliğine  Todor   Jivkov   yükselir  ve  10  Kasım   1989   tarihine   kadar   tek  totaliter   diktatör   olarak   iktidarda   kalır.  Azınlıklara   münasebet   adım   adım  değişmektedir.   Todor Jivkov 1948   yılında  Georgi   Dimitrov’un  bir   plenumda  Bulgaristan  Türkleri   aleyhinde: “Orada,  güneyde  sınırımızda  bizden  olmayan   bir  unsur  var,  onu  oradan  alıp  kuzeye    değiştirmeliyiz,  yerine   de  kendi  ahalimizi   yerleştirmeliyiz!”   diyen  sözlerini   unutmamıştır.    Ve   yavaş   yavaş  verilmiş   olan   haklar  gaspedeilmeye    başlamıştır.  İlk  anda  azınlık   okulları   devletlileştirilir.  Derken    din  dersleri    saatleri  azaltırılır.  Bulgaristan   Türk  aydınlarının  merkezi  Şumen’de   eğitim   veren   “NÜVVAB”  okulu  alelade  liseye   dönüştürülür.  BKP  iktidar    güç   olarak   mevzilerini  sağlamlaştırınca  İslam   dinine   saldırılar   başlar.  Halk   yığınlarını    dinsizliğe  sevkeden  bazı   zorunlu   eylemlere    başvurulur.  Ateizm   aldı,  yürüdü.  Cami   kapılarında   parti   üyelerinin,  öğretmenlerin,  devlet  memurlarının  camiye   gelip   gitmelerini gözeten  belirli    kişiler  vardı.  Gidenler  ceza   olarak   görevlerinden   alınıyordu.  Devamen  Müslüman  erkeklerin   fesleri,   kadınların   feraceleri,  şalvar   ve   başörtüleri    gündeme   getirildi.

Gençleri   bayram   ve  seyranlardan   uzaklaştırmak  amacıyla  neler   düşünülmedi.  Bayram   günlerinde  türlü  yarışlar  düzenlendi.  Bütün   bunlar  milli  kimlik  ve   etnik  benliğinin   tehlikeye   düştüğünü  gören  Türkleri  ve  Müslümanları  rahatsız  etmeye   başladı.  Millet   göçe   yatkınlık   göstermeye   başladı.  Komünistler  Todor   Jivkov’un    diktasıyla  geleceğin  tek  hegemon  Bulgar  sosyalist   ulusunu   husule   getirme  gizli   planlarına   meydan  vermeye     başladılar.   Çingeneler,  Pomaklar   derken   nihayet   sırayı   ülkedeki   en   büyük  olan,   hatta  bazı  bölgelerde  çoğunluğu   oluşturan    milli   Türk   azınlığına   getirdiler.  Geniş   çapta  Türk   kültürüne   kısıtlamalarla   başlayıp  doğrudan   doğruya  diline  dahi   yasaklık   getirmekten   çekinmediler.  1950/1951  göçünden   sonra  1960-lı  yılların   ikinci  yarısında  Bulgaristan  Halk   Cumhuriyeti   Türkiye   Cumhuriyetiyle   yeni   bir  göç  antlaşması  (1968  –  1978)  imzaladı.   İlkinde   154 000,  ikincisinde  132 000  Türk   asıllı  Bulgaristan  vatandaşı    kendilerine   daima  kucak   açan  ve  onların  hak   ve  özgürlüklerini   uluslararası   sahnelerde    savunan  Türkiye’ye   göç  etti.  Bundan  sonra  zirvedeki   bazı  dar  görüşlü,  geri   zekalı  kimseler    daha   o   zaman  “Bulgaristan’da   Türk  yoktur!”  oyununu  oynamaya   koyuldular.   Ne  kadar   başarılı   olduklarını   tarih   gösterdi.

Todor   Jivkov  daha   1969   yılında  açıktan  asimile  zamanının   geldiğini  anımsattı. BKP  Merkez   Komitesi   Sekreteryası    1971  yılı   Temmuzunda    Bulgaristan’daki   Müslümanların  biteviye  Türk   Müslüman   adlarının   Bulgar  Hristiyan   adlarıyla   değiştirilmesi  kararı   alır.  Zaten   1950-li  yılların   başlarında  Müslüman  Çingenelerin   bir  kısmının   adları   değiştirilmişti.  1964  yılında  başarısız   girişimden   sonra   1970-li  yılların   başlarında  yeniden  asker,   milis,  gönüllü   müfrezeler,  kızıl  bereliler,  özel   eğitimli   unsurlar   sahnede   insanlık dışı   rol   oynadılar.  Etrafı  kana  boyadılar.  Pomakların   adlarını   acımasızca   değiştirdiler.  Onlarla   yan yana   o  bölge    sakinleri   Müslüman   Türklerin   de   adları  değiştirildi.  Ad  değiştirmenin   doruk   noktası,  tüm   insan   hakları  yasaları  ihlal   edilerek    1984  Aralık  ayı  sonunda  ve  1985  yılı  Ocak,  Şubat  ayı   ortasında  gerçekleştirildi.  Bulgar   Komünist   Partisinin   etnik   ve   dinsel   azınlıklara   ait  izlediği  politika   Georgi   Dimitrov  ve   Vılko   Çervenkov   tarafından  onaylanan    katiyetle  esassız  Sovyet  tarzının  uygulanmasına   dayanmaktadır   ki,   komünizmde   bütün   azınlıklar   ortadan  kalkacak,  sahnede   tek  bir    ulus  kalacaktır.   BKP  de  ancak,  en  büyük    milli  azınlığı  Bulgar   ulusuyla  bütünleştirip  yok etmek   yolunu  tutmuştu.

 Bulgaristan   Türklerinin   adlarının   değiştirilmesi   önce   güney  sınırboyu   sakinlerinin,  sonra  karma  ailelerin   adlarının     değiştirilmesinden   geçmektedir.  Nihayet,  BKP   Merkez  Komitesi   Politbürosu    kararıyla  1984 –  1985    kitlevi  soykırımına   meydan   verilmiştir.  Resmi  bilgilere   göre,   850  000   Türk    sahneden  yok oluverdi,  Bulgar    ulusunun   sayısı   da   bir   o   kadar   artıverdi.              

Yeni   kimliklilerin   geçmişinden   iz   kalmaması  için   de  Müslüman   Türk   mezarlıklarını     harap   ettiler,  kırıp   döktüler.    Hastanelerde,   kliniklerde   hastaların  Türk    adlarıyla    bütün   belgeler   yok edildi.   Her   yerde  Türkçe   konuşmak   katiyetle   yasaklandı.   Yeni   doğan   çocuklara   zorunlu   olarak   Bulgar   adı  verilmektedir.   Üstelik,   bütün   bunlara   iç   ve  dış  ideolojik  propagandayla   “gönüllü”   kıyafeti   veriliyordu.    Asrın   yüzkarası   “yeniden   doğuş   süreci”   Bulgaristan   Müslüman    ve  Türklerini   sarsılmaz   bir  birlik   ve    beraberliğe  sevk etti. 

Hakaretlere   boyun   eğmeyen  milli   Türk   azınlığı  meseleleri   beş  yıla  vardırmadı.  Bir   yanardağ   misali   patladı.  1989  Mayıs   ayı  tarihte   eşi   görülmemiş   efsanevi    yiğitlik  meydanına   dönüştü.   Rodoplar,   Deliorman   ve   Dobruca   köy   ve  şehirlerinin   sokakları   insan   seline    gark   oldu.   Ve   yürüdü   insanımız,   yürüdü,   yürüdü…  Todor    Jivkov   29   Mayıs  günü   ulusal  radyo   ve   televizyon   karşısına    geçerek   Türkiye   Cumhuriyeti’ni   Bulgaristan   Müslümanları   için  sınırları    açma   çağrısında   bulundu.   Sınırlar   açıldı.   6   Haziran    –   20  Ağustos   arası    Türkiye   Cumhuriyeti   370  000  üstünde  Türk   asıllı   Bulgar   vatandaşını  bağrına   bastı.  İşte   sana   etnik  arındırmanın   acı  meyvesi   “BÜYÜK  SEYAHAT”.   Onlardan   155  bini   geri  döndü.  Ama   onlardan   da  bazıları   bu    defa   bilinçli   olarak  tekrar   Türkiye   Cumhuriyeti’nde   yeni   yuvasını   aradı.

Sabri   Alagöz   kitabında   Dağıstanlı   şair   Rasul   Hamzatov’un   10  Kasım  1989   darbesinden   sonra    partinin   lideri,   Devlet   Konseyi   Başkanı   görevlerine   getirilen  Petır  Mladenov’a   göndermiş   olduğu  ironik  anlamlı   mektubuna  da  yer  vermiş.  Mektuptan   bir  alıntı:  “Ben  ulusal  bakımdan    Avarım.  Benim  ana   dilim  Türk   dilinden    Bulgar  dili   kadar  uzak   bir   dildir.   Benim  vatanım,   Dağıstan  halkı  keza  Türkün   eğri   yatağanı  altında   bulunmuş.  Lakin   benim  bir   halk   olarak   Türklerle  herhangi   bir   hesaplaşmam   yok. Nazım   Hikmet’i   ve  Aziz   Nesin’i    suçlamak   için  dayandığım   bir  nokta   yok.  Zannediyorum   ki,  Bulgar   halkının  da   böyle   bir  istinat   ettiği bir   dayanak   noktası    olmamalıdır.   O   yüzden   de    sayısız   muhteşem  manastır   ve   kiliselerin     bulunduğu    ölülerin   ruhlarının    baş üstünde   tac   gibi  tutulduğu   ve  mezarlarının    üzerinden  gönülleri    mesteyleyici   Bulgar   güllerinin   eksik    edilmediği  bir   memlekette   camilerin  sonsuza   dek  “tamir   için”   kapalı   tutulmaları  kendi   vatandaşları   olan  kimselerin  bir   kesiminin   mezar   taşlarının     kırılıp   yok edilmesi   akla   fikre  sığacak   bir   şey   değildir.   Öyle   ki,  Orfey’in   ülkesinde    ahalinin  bir   kısmının   ana   dili,    şarkı   ve   türküleri  yüzünden  zaman   zaman   hakaretler    edildiğini   işitmek   son derece  nahoş  bir  şeydir.   Bütün   bunlar  Bulgaristan’ın  geleneklerine  ne kadar  uygundur  acaba!   Böyle   bir   tutum  içinde  bulunduğunuz  yüzyılın  ve  dünyanın   şerefine   nasıl  yakıştırılır? “

10   Kasım  1989  tarihinde  totaliter   rejimin  tarihe   karışmasıyla   ülkede   demokratik   gelişmelerin   ilk  adımları   atıldı.   Yeni   Anayasa  Kabul  olundu.     Bulgaristan’da   esas   azınlık   toplulukların   etnik  ve   dinsel   hakları    iade   edilmekle   yanyana   hayatın   her  alanında   bir  araya   gelip  örgütlenme   hakkı   tanındı.  Yeni    durumdan   Bulgaristan   Türkleri   de  yararlandı. Hak   ve  Özgürlükler   Hareketi    adı  altında   kendi   örgütünü  kurdu.   Yasal   olarak  Büyük   Millet   Meclisi’ne    kendi    temsilcilerini   gönderdi.  Yerel   seçimlerde   ise  belirli   sayıda   belediyenin   idari  yönetimine   hakim   oldu.   Hükümet  ortağı olarak   birkaç  bakan  koltuğuna   oturdu.  Hatta Başbakan   yardımcıları   koltuklarından   birine   de  Türk   asıllı   bir   vatandaş   oturdu.  En   yeni   dönemde   ise  olaylar   öyle   gelişti  ki,  Meclis  Başkanlığına   da    tüm   partilerin   oybirliğiyle  Türk  asıllı    bir   vatandaş    getirildi.

Kültür  alanında   da  ciddi   bir   uyanış   oldu.  Memleketin  çeşitli   bölgelerinde    dernekler   kuruldu,   halk   sanat  toplulukları   oluşturuldu.   Folklor   gösterileri   düzenlenmeye   başladı.  Gazeteler,   dergiler   edebiyat   ve   kültürümüzü   renklendirdi.   Şairlerimiz   ve   yazarlarımız   yıllarca   gizlice   kaleme   aldıkları  eserlerini     kendi  ana  dilimizle,  öz   Türkçemizle yayınlama   mutluluğuna    kavuştular.  Radyo   ve  televizyon   servisleri   tekrar   Türkçe   yayınlara   meydan   vermek  zorunda   kaldılar. İstenilen   biçimde   olmasa   da,   okullarda   Türkçe   eğitimine   de    girişildi.  1994   yılından   sonra   Bulgaristan   Cumhuriyeti   Bakanlar   Kurulu   strüktürlerinde   etnik   azınlıkların   sorunlarıyla   meşgul   olacak  bir   bakanlık   kolu   oluşturuldu.   Dini   örf   ve  ayinlere   getirilen   serbestlik   Müslüman  erkek   çocuklarının   toptan    sünnet   edilmesine,  arzu  eden   din   kardeşlerimizin  Mekke’ye   hacca   gitmelerine  olanak   sağladı   v.s., v.s.

Sözün   kısası,   HAYAT   insan   adını   taşıyan  dar   görüşlü,    geri   zekalı  varlıklardan   daha   üstün   çıktı,   daha   güçlü   çıktı.  Dr.   Sabri   Alagöz’ün   gerçek   ciddi   bir   araştırma  oluşturan,   zengin    ahlaki   değere   sahip    “MAZLUMLAR   ve  MANKURTLAR”  kitabı   da  bizi   ancak  bu  sonuca   yönlendiriyor.   Müellifin   vardığı   sonuç:  “Öyle  ki,  Hayatta   neler  olmuyor? Galiba   insanoğlu    günün   birinde    mürtedlikten,  yobazlıktan,  mankurtluktan    kurtulup   insan  kılık   kıyafetine  de   girebiliyor…”

Ben bu yazımı kitapta  da   yer  alan  Bulgaristanlı     şairlerimizden    İDRİS   ŞAHİN’in   “KAN  GRUBU”  şiirinden  bir  alıntıyla  bitirmek   istiyorum:

Nöbet   tuttu Türklüğün   önünde
Adımız,  imanımız…
Mideler   kurşunla   doldu.
Jiletlendi   tüm   damarlar…
“B”  grubundan   aksın   diye
“T”  grubundan   aktı
Gene   de   kanımız…

Kaynak: Kırcaali Haber


 
 
 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir