Kaleme alan: Prof. Mümün Tahir Akyamaç
Sabri Alagöz’ün “MAZLUMLAR ve MANKURTLAR” kitabını okuyup son sayfasını kapadıktan sonra coşkuyla bağırasım geldi içimden: “BU BİR ANSİKLOPEDİ!“ Bugüne kadar kitabın içerdiği olayların tümünün yazılıp çizildiğini, söylenilecek olanların söylendiğini hesap ediyorduk. Kesin olarak söyleyebiliriz ki, hiç de öyle değilmiş. Şu an elimizdeki eser Bulgaristan Türklerinin ortak bilincine yeniden hayat vermiş ve zenginleştirmiş olmaktadır. Müellif bu kitabı çok emek ve enerji harcayarak, büyük miktarda belgesel malzemeye dayanarak, onları kendi gözlem ve izlenimleriyle uyumlayarak kaleme almıştır. Eser okurlarını ülkemizdeki Türk etnik topluluğu temsilcilerinin geleneksel ahlaksal değerlerinin sonsuzluk önemine saygı ve sevgiye davet etmektedir. Sabri Alagöz belli ki okuyor, araştırıyor, okuduğunun yorumunu yapmasını ve aydınlatmasını biliyor. O yetenekli ve cömert bir müelliftir, dirayetli bir şairdir, yazardır. Bütün yaratıcılığı ise, ciddi araştırmalarla renkleştirilmiş ve zenginleştirilmiştir.
Herhangi bir kitaptan söz etmek istediğimiz zaman her şeyden önce onun müellifi hakkında birkaç söz söylemek gereklidir. Ben, yıllar önce, Sabri Alagöz’ün şair, gazeteci, edebiyat eleştirmeni, çevirmen, araştırmacı, toplumcu olduğunu yazdım. O gerçekten çok yönlü bir kişi, zamanının nabzıyla yaşayan bir kişidir.
Bir yaratıcı dönemi hakkında sözünü söylemekte, şiirini yazmakta, olayları yansıtmakta gecikmemelidir. O, işe, randevulara gecikebilir, lakin yaratıcılık borcunu ifada asla gecikmemelidir. Sabri Alagöz yazması gerekeni yazmakta asla gecikmemiştir. Belirli şiirini, makaleni, eseni, belgeselini yazmakta geciktinse onu daha iyisi yazmamaktır. Sabri Alagöz’ün yaratıcılığında hangi türün önde gittiğini belirtmek güç bir mesele. Çünkü bütün türler biribirini bir bütün haline getirmektedir. O, olup bitenler hakkında fikrini ortaya atmakta gecikmemektedir, kalemiyle, sesiyle ve faaliyetleriyle ifade eder. Bunu işbu önümüzdeki “MAZLUMLAR ve MANKURTLAR” kitabıyla da kanıtlamış olmaktadır.
Yaratıcılık bugünü yenileştirir, belirli şekil ve araçlar vasıtasıyla ondan önce var olmayan yeni bir gerçekliği biçimlendiren sosyal önemi haiz insan tarafından gerçekleştirilen bir faaliyettir. Yaratıcılık, insan emeğinin bir ürünüdür, onun ontolojik özelliğidir, ulaşılan sonuçlara karşı eleştirel yaklaşımla birleştirerek yeni bir şey, verimli esassız bir fikir, yani muhayyile yaratan yapıcı bir faaliyettir. Lakin herhangi bir şeyin yaratıcılık olarak kabul edilmesi için onun yalnız yeni olması yeterli değildir, onun bir değeri olmalıdır veya belirli bir durumun kognitif istemlerine uygun olması gereklidir.
Bu bağlamda “MAZLUMLAR ve MANKURTLAR“ son on yıllarda bu konuya hasredilen başlıklardan farklanan bir özelliğe sahiptir. Müellif, canımızı acıtan, Bulgar hükümetlerinin milli sorunla ve Bulgaristan Türklerinin otantiklik ve geleneklerini savunma mücadeleleriyle ilgili izlediği politika konusu üzerine yönelmiştir. Bu kitap, günümüz tarihiyle edebi tarihçiliğin hak ve itibarını iade eden, fevkala kompozisyonlu, yüksek vatanseverlik edası ve okunmaya yatkın çok kapsamlı ve polifonik, kalpleri mest eyleyen ayan ve güzel akıcı bir dilde kaleme alınmış bir kitaptır. Bu kitapta yalnız tarih değil, aynı zamanda ele alınan konuların derin bir duygusal yaşantısı ve şeref, onur, insanlar arası ilişkiler, özgürlük sorunlarıyla ilgili konular var. Müellif, eserinin ereklerini şöyle sergilemektedir: “Bir evlad-ı fatihan torunu, bir Bulgaristan Türkü olarak hala talihimiz ve tarihimiz ile meşgul olmaya devam ediyorum. Nobel ödüllü Şili şairi Pablo Neruda: “Üstad, sen aramızdan ayrılıp gittin! Biz hangi yoldan devam edelim ?“ diyerek yas tuttuğu büyük Türk şairi Nazım Hikmet ve eserleri neredeyse, hemen hemen bütün dillere çevrilmiş olan Kırgız yazarı Cengiz Aytmatovların vasiyetlerine istinaden başlıca kendi tarih ve talihimizi dile getirmeye çaba gösteriyorum. Bu hususta birkaç adım attım. Hak Teala izin verirse, daha birkaç adım atmak niyetindeyim. Biz Bulgaristan Türklerinin bu topraklardaki varlığımızı inkar edenlere gereken yanıtı vererek bu dünyadan gitmek benim için büyük mutluluk oluşturacaktır.” Müellife yaşamında ve yaratıcılığında uzun ömürler temennilerinde bulunurken, yazarın neredeyse amacına nail olduğu kanısına vardığını da belirtmek isterim.
Bu kitabın hangi edebi janra mensup olduğunu kesin olarak belirtmek olası değil. O, bir nevi tarihin, felsefenin, psikolojinin, gazeteciliğin, araştırmacılığın, kişisel yaşantıların vb. sinergisidir, yani bir araya getirilip bir bütün oluşturmasıdır. Böyle bir yaklaşım kitaba daha cazibeli ve daha ilginç bir hal kazandırmaktadır. Müellif, tarihimizde insan onurunun ayaklar altına alındığı, insan hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı, yurttaşlarımıza yapılan insanlık dışı, çağdışı ve uygarlık dışı davranışlara, Bulgar hükümetlerinin asimile politikalarını içeren v.s. tanık olduğumuz belirli dönemlere ayrıntılı bakış yapmaktadır.
Böyle bir bakış ülkedeki etnik azınlıklara uygulanan politikalarla ilgili gerçeklerin tespiti açısından önemlidir. Çünkü azınlıklar sorununun aslı bu veya şu devlette onun varlığını tanımaktan veya inkar etmekten ibaret değildir, çünkü azınlıklar koca meydandadır, onlara karşı yaklaşımda ve yürütülen politikadadır. Sorun birleşik ve çok kapsamlıdır. Ve Sabri Alagöz bu sorunun içinden başarıyla çıkmaktadır.
Benim eleştirmemde ele aldığım metinleri anlatma alışkanlığım yoktur. Zaten bir eleştiride metinleri anlatmak önemli değildir. Burada her şeyden önce eleştirmenin ortaya attığı düşünceleri önemlidir. Eleştiri tenkidi bir bakıştır, yeni bir olayı sergilemekte, ele aldığı esere değer biçmek ve kısaca onun tahlilini yapmaktır. Lakin belirtmek isterim ki, “MAZLUMLAR ve MANKURTLAR” kitabı orijinal buluşlar olarak kabul edilebilecek bir sıra unsurlar içermektedir. Ve bu özellik, Bulgaristan’daki Müslümanların hayatını ve hükümetlerin onlara münasebetleri gibi fevkalade aktüel olan yürekler acısı sorunlara tahlili müellifin ciddi bir başarısı olarak kayda geçmelidir.
Dr. Sabri Alagöz’ün bu hacimli eseri kaleme almasında zorunlu olarak belirtilmesi gereken bir hususiyet varsa o da: “GERÇEK, GERÇEK, ANCAK GERÇEK”. Vicdan sahibi bir araştırmacı olarak Sabri Alagöz belirli bir bilgiyi okurlara sunmazdan önce, delillerin doğru, inanılır olup olmadıkları sorusuna yanıt aramaktadır. Ancak olayın belgelerle veya başka kaynaklarla doğruluğu tesbit edildikten sonra okurların dikkatine sunmaktadır. İşte size bir örnek: “ÖNEMLİ NOT”: Yukarıda BEYANAT’la ilgili herhangi bir iddiası olanlar Dr. Sabri Alagöz’ün arşivinde kendi imzalarını ve fotograflarını görebilirler”. Tüm varlığımla beyan ediyorum ki, bütün kitapta durum böyledir.
Sabri Alagöz Bulgar Komünist Partisinin Türk azınlığına karşı, özellikle 1944 – 1989 dönemi izlediği politikasını inandırıcı ve bilimsel bir sahneye atmaktadır. O dönemde başlıca komünist partisinin hakim olduğu hükümetler sahnede üstünlük kazanmış olan Marksizm – Leninizm ideolojisine dayanarak azınlıkları ortadan kaldırıp bütünleştirmek istiyorlardı. Devlet ile azınlıklar arasındaki münasebetleri tanzim eden iki esas belge, yani 1947 ve 1971 yılları Anayasalar karşısında eşitlik garanti eden, milliyet, menşe ve iman, din özgürlüğü, herkesin milliyetini kendi belirlemesi, milli azınlıkların kendi ana dillerinde eğitim görme ve kendi milli kültürlerini geliştirme hakları açısından ayırıcılığa meydan vermemektedirler.
1971 yılı Anayasası’nda “milli azınlıklar”dan söz edilmiyor. “Bulgar asıllı olmayan vatandaşlar”dan söz ediliyor. Onlara kendi dillerini öğrenme hakkı tanınıyor, “milliyet, menşe, din, cinsiyet, ırk, eğitim ve sosyal durum” konularında ayırımdan savunma, aynı zamanda vicdan ve dini merasim ve ayinler serbestliği teminat altına alınmaktadır. Fakat öte yandan dil, kültür ve basın alanında azınlıkların haklarına tedricen türlü kısıtlamalar getirilmektedir.
Totaliter komünist rejim döneminde azınlıkların etnik aidiyetliğini teşvik politikası temelli yön değiştirmektedir. Herkesçe bilinen 1956 yılı Bulgar Komünist Partisi Merkez Komitesi Nisan Plenumuyla parti liderliğine Todor Jivkov yükselir ve 10 Kasım 1989 tarihine kadar tek totaliter diktatör olarak iktidarda kalır. Azınlıklara münasebet adım adım değişmektedir. Todor Jivkov 1948 yılında Georgi Dimitrov’un bir plenumda Bulgaristan Türkleri aleyhinde: “Orada, güneyde sınırımızda bizden olmayan bir unsur var, onu oradan alıp kuzeye değiştirmeliyiz, yerine de kendi ahalimizi yerleştirmeliyiz!” diyen sözlerini unutmamıştır. Ve yavaş yavaş verilmiş olan haklar gaspedeilmeye başlamıştır. İlk anda azınlık okulları devletlileştirilir. Derken din dersleri saatleri azaltırılır. Bulgaristan Türk aydınlarının merkezi Şumen’de eğitim veren “NÜVVAB” okulu alelade liseye dönüştürülür. BKP iktidar güç olarak mevzilerini sağlamlaştırınca İslam dinine saldırılar başlar. Halk yığınlarını dinsizliğe sevkeden bazı zorunlu eylemlere başvurulur. Ateizm aldı, yürüdü. Cami kapılarında parti üyelerinin, öğretmenlerin, devlet memurlarının camiye gelip gitmelerini gözeten belirli kişiler vardı. Gidenler ceza olarak görevlerinden alınıyordu. Devamen Müslüman erkeklerin fesleri, kadınların feraceleri, şalvar ve başörtüleri gündeme getirildi.
Gençleri bayram ve seyranlardan uzaklaştırmak amacıyla neler düşünülmedi. Bayram günlerinde türlü yarışlar düzenlendi. Bütün bunlar milli kimlik ve etnik benliğinin tehlikeye düştüğünü gören Türkleri ve Müslümanları rahatsız etmeye başladı. Millet göçe yatkınlık göstermeye başladı. Komünistler Todor Jivkov’un diktasıyla geleceğin tek hegemon Bulgar sosyalist ulusunu husule getirme gizli planlarına meydan vermeye başladılar. Çingeneler, Pomaklar derken nihayet sırayı ülkedeki en büyük olan, hatta bazı bölgelerde çoğunluğu oluşturan milli Türk azınlığına getirdiler. Geniş çapta Türk kültürüne kısıtlamalarla başlayıp doğrudan doğruya diline dahi yasaklık getirmekten çekinmediler. 1950/1951 göçünden sonra 1960-lı yılların ikinci yarısında Bulgaristan Halk Cumhuriyeti Türkiye Cumhuriyetiyle yeni bir göç antlaşması (1968 – 1978) imzaladı. İlkinde 154 000, ikincisinde 132 000 Türk asıllı Bulgaristan vatandaşı kendilerine daima kucak açan ve onların hak ve özgürlüklerini uluslararası sahnelerde savunan Türkiye’ye göç etti. Bundan sonra zirvedeki bazı dar görüşlü, geri zekalı kimseler daha o zaman “Bulgaristan’da Türk yoktur!” oyununu oynamaya koyuldular. Ne kadar başarılı olduklarını tarih gösterdi.
Todor Jivkov daha 1969 yılında açıktan asimile zamanının geldiğini anımsattı. BKP Merkez Komitesi Sekreteryası 1971 yılı Temmuzunda Bulgaristan’daki Müslümanların biteviye Türk Müslüman adlarının Bulgar Hristiyan adlarıyla değiştirilmesi kararı alır. Zaten 1950-li yılların başlarında Müslüman Çingenelerin bir kısmının adları değiştirilmişti. 1964 yılında başarısız girişimden sonra 1970-li yılların başlarında yeniden asker, milis, gönüllü müfrezeler, kızıl bereliler, özel eğitimli unsurlar sahnede insanlık dışı rol oynadılar. Etrafı kana boyadılar. Pomakların adlarını acımasızca değiştirdiler. Onlarla yan yana o bölge sakinleri Müslüman Türklerin de adları değiştirildi. Ad değiştirmenin doruk noktası, tüm insan hakları yasaları ihlal edilerek 1984 Aralık ayı sonunda ve 1985 yılı Ocak, Şubat ayı ortasında gerçekleştirildi. Bulgar Komünist Partisinin etnik ve dinsel azınlıklara ait izlediği politika Georgi Dimitrov ve Vılko Çervenkov tarafından onaylanan katiyetle esassız Sovyet tarzının uygulanmasına dayanmaktadır ki, komünizmde bütün azınlıklar ortadan kalkacak, sahnede tek bir ulus kalacaktır. BKP de ancak, en büyük milli azınlığı Bulgar ulusuyla bütünleştirip yok etmek yolunu tutmuştu.
Bulgaristan Türklerinin adlarının değiştirilmesi önce güney sınırboyu sakinlerinin, sonra karma ailelerin adlarının değiştirilmesinden geçmektedir. Nihayet, BKP Merkez Komitesi Politbürosu kararıyla 1984 – 1985 kitlevi soykırımına meydan verilmiştir. Resmi bilgilere göre, 850 000 Türk sahneden yok oluverdi, Bulgar ulusunun sayısı da bir o kadar artıverdi.
Yeni kimliklilerin geçmişinden iz kalmaması için de Müslüman Türk mezarlıklarını harap ettiler, kırıp döktüler. Hastanelerde, kliniklerde hastaların Türk adlarıyla bütün belgeler yok edildi. Her yerde Türkçe konuşmak katiyetle yasaklandı. Yeni doğan çocuklara zorunlu olarak Bulgar adı verilmektedir. Üstelik, bütün bunlara iç ve dış ideolojik propagandayla “gönüllü” kıyafeti veriliyordu. Asrın yüzkarası “yeniden doğuş süreci” Bulgaristan Müslüman ve Türklerini sarsılmaz bir birlik ve beraberliğe sevk etti.
Hakaretlere boyun eğmeyen milli Türk azınlığı meseleleri beş yıla vardırmadı. Bir yanardağ misali patladı. 1989 Mayıs ayı tarihte eşi görülmemiş efsanevi yiğitlik meydanına dönüştü. Rodoplar, Deliorman ve Dobruca köy ve şehirlerinin sokakları insan seline gark oldu. Ve yürüdü insanımız, yürüdü, yürüdü… Todor Jivkov 29 Mayıs günü ulusal radyo ve televizyon karşısına geçerek Türkiye Cumhuriyeti’ni Bulgaristan Müslümanları için sınırları açma çağrısında bulundu. Sınırlar açıldı. 6 Haziran – 20 Ağustos arası Türkiye Cumhuriyeti 370 000 üstünde Türk asıllı Bulgar vatandaşını bağrına bastı. İşte sana etnik arındırmanın acı meyvesi “BÜYÜK SEYAHAT”. Onlardan 155 bini geri döndü. Ama onlardan da bazıları bu defa bilinçli olarak tekrar Türkiye Cumhuriyeti’nde yeni yuvasını aradı.
Sabri Alagöz kitabında Dağıstanlı şair Rasul Hamzatov’un 10 Kasım 1989 darbesinden sonra partinin lideri, Devlet Konseyi Başkanı görevlerine getirilen Petır Mladenov’a göndermiş olduğu ironik anlamlı mektubuna da yer vermiş. Mektuptan bir alıntı: “Ben ulusal bakımdan Avarım. Benim ana dilim Türk dilinden Bulgar dili kadar uzak bir dildir. Benim vatanım, Dağıstan halkı keza Türkün eğri yatağanı altında bulunmuş. Lakin benim bir halk olarak Türklerle herhangi bir hesaplaşmam yok. Nazım Hikmet’i ve Aziz Nesin’i suçlamak için dayandığım bir nokta yok. Zannediyorum ki, Bulgar halkının da böyle bir istinat ettiği bir dayanak noktası olmamalıdır. O yüzden de sayısız muhteşem manastır ve kiliselerin bulunduğu ölülerin ruhlarının baş üstünde tac gibi tutulduğu ve mezarlarının üzerinden gönülleri mesteyleyici Bulgar güllerinin eksik edilmediği bir memlekette camilerin sonsuza dek “tamir için” kapalı tutulmaları kendi vatandaşları olan kimselerin bir kesiminin mezar taşlarının kırılıp yok edilmesi akla fikre sığacak bir şey değildir. Öyle ki, Orfey’in ülkesinde ahalinin bir kısmının ana dili, şarkı ve türküleri yüzünden zaman zaman hakaretler edildiğini işitmek son derece nahoş bir şeydir. Bütün bunlar Bulgaristan’ın geleneklerine ne kadar uygundur acaba! Böyle bir tutum içinde bulunduğunuz yüzyılın ve dünyanın şerefine nasıl yakıştırılır? “
10 Kasım 1989 tarihinde totaliter rejimin tarihe karışmasıyla ülkede demokratik gelişmelerin ilk adımları atıldı. Yeni Anayasa Kabul olundu. Bulgaristan’da esas azınlık toplulukların etnik ve dinsel hakları iade edilmekle yanyana hayatın her alanında bir araya gelip örgütlenme hakkı tanındı. Yeni durumdan Bulgaristan Türkleri de yararlandı. Hak ve Özgürlükler Hareketi adı altında kendi örgütünü kurdu. Yasal olarak Büyük Millet Meclisi’ne kendi temsilcilerini gönderdi. Yerel seçimlerde ise belirli sayıda belediyenin idari yönetimine hakim oldu. Hükümet ortağı olarak birkaç bakan koltuğuna oturdu. Hatta Başbakan yardımcıları koltuklarından birine de Türk asıllı bir vatandaş oturdu. En yeni dönemde ise olaylar öyle gelişti ki, Meclis Başkanlığına da tüm partilerin oybirliğiyle Türk asıllı bir vatandaş getirildi.
Kültür alanında da ciddi bir uyanış oldu. Memleketin çeşitli bölgelerinde dernekler kuruldu, halk sanat toplulukları oluşturuldu. Folklor gösterileri düzenlenmeye başladı. Gazeteler, dergiler edebiyat ve kültürümüzü renklendirdi. Şairlerimiz ve yazarlarımız yıllarca gizlice kaleme aldıkları eserlerini kendi ana dilimizle, öz Türkçemizle yayınlama mutluluğuna kavuştular. Radyo ve televizyon servisleri tekrar Türkçe yayınlara meydan vermek zorunda kaldılar. İstenilen biçimde olmasa da, okullarda Türkçe eğitimine de girişildi. 1994 yılından sonra Bulgaristan Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu strüktürlerinde etnik azınlıkların sorunlarıyla meşgul olacak bir bakanlık kolu oluşturuldu. Dini örf ve ayinlere getirilen serbestlik Müslüman erkek çocuklarının toptan sünnet edilmesine, arzu eden din kardeşlerimizin Mekke’ye hacca gitmelerine olanak sağladı v.s., v.s.
Sözün kısası, HAYAT insan adını taşıyan dar görüşlü, geri zekalı varlıklardan daha üstün çıktı, daha güçlü çıktı. Dr. Sabri Alagöz’ün gerçek ciddi bir araştırma oluşturan, zengin ahlaki değere sahip “MAZLUMLAR ve MANKURTLAR” kitabı da bizi ancak bu sonuca yönlendiriyor. Müellifin vardığı sonuç: “Öyle ki, Hayatta neler olmuyor? Galiba insanoğlu günün birinde mürtedlikten, yobazlıktan, mankurtluktan kurtulup insan kılık kıyafetine de girebiliyor…”
Ben bu yazımı kitapta da yer alan Bulgaristanlı şairlerimizden İDRİS ŞAHİN’in “KAN GRUBU” şiirinden bir alıntıyla bitirmek istiyorum:
Nöbet tuttu Türklüğün önünde
Adımız, imanımız…
Mideler kurşunla doldu.
Jiletlendi tüm damarlar…
“B” grubundan aksın diye
“T” grubundan aktı
Gene de kanımız…
Kaynak: Kırcaali Haber