Miras (öykü)
Yazı: Nasuf Dail
Muhtarlıktan çıktılar. İyi bir iş yapmışlardı. Yapmışlardı yapmasına, ama yine de bir burukluk vardı içinde. Aslında abisi haklıydı. Babasına bakmıştı ve ona bir dekar fazla verilmesi haklıydı.
Yine de o daha küçük değil miydi? Abisi onu korumalıydı. Neden bugüne kadar haklı olmasa bile hep korudu da, her zaman arkasındaydı da, bu gün ses çıkarmadı. Ne olurdu sanki ”senin olsun kardeşim, ben istemiyorum” deyiverseydi. Ama onunda abisinin saygısı nerede kalıyordu. Abisi ısrar da etmedi. Aslında kendi tuzağına düşmüştü. Nesine lâzımdı ”sana kalsın aga ” demesi? Susmuş olsaydı, belki abisi ona teklif ederdi. Hayır, hayır. Çok zor bir yaşlılık geçiren babasına abisi bakmış değil miydi? Ama babası da emekli maaşını vermiyor muydu sanki. Yoo, haksızlık ediyordu: Onun kilerine de veriyordu.
– Nerelerdesin, nerelere daldın öyle? – Abisi her zamanki güleç yüzüyle elini omuzuna atıvermişti.
– Hiç, dedi, birden çocukluğumuza döndüm. İyi bir iş yaptık.
– Boş ver, gidelim.
– Nereye gideceksin, gel bir ufaklık atalım.
Hava ağır, bulutlar dolu dolu alçalıyordu. Yağacaktı besbelli.
– Gidip şu sürümü bitirmeliyim, yoksa yağmurlar başlamak üzere.
– İstersen ben gideyim.
– Hayır, sen evine toplan. Bu akşam zaten biter.
Ayrıldılar. Havalar iyice soğumuştu. Deliorman’da son bahar ağır, rutubetli ve soğuk hâkimiyetini kurmuş, şiddetli bir kışa doğru ilerliyordu. Elini uzatsan sanki bulutlara dokunuverecek. Eylül sonlarında başlayan yağmurlar bazen hiç ardı kesilmeden sürüp gider, ardından Deliorman’ın şiddetli kışları başlar ve toprakta Martta güneş yüzü görür.
Ceketine sıkıca sarıldı ve hızlı adımlarla yürüdü.
Kapıyı açtığında sigara dumanı ve gürültü sille gibi çarptı. İrkildi. Yalnız bir ufak atacaktı, ekmek altı. Ufacık bir tebessüm kondu dudaklarının ucuna. Kendini kandırıyor. Biliyordu. Her seferinde böyle der, ama sonra bir türlü kendini durduramıyordu. O yüzden ara sıra başı belâya da girmiyor değildi hani. Etrafa bir göz attı. Aslında burayı ezbere biliyordu, hatta kimin nerede oturduğunu, ne içtiğini bile.
– Otursana, ne dikiliyorsun Rus beygiri gibi. Pencere boyunda ilk masada, yine pencere boyunda tek bir sandalye boştu. Oturdu. Karşısındaki:
– İçkini söyledin mi? diye sordu.
”Hayır” dercesine başını salladı.
– Borcumu çeviriyorum. Hey Toska.
Toska garsonun adıydı. O sanki bu iş için doğmuştu. Tüm müşterilerinin zevkini bilir ve herkese çok iyi davranıyordu. Bundan dolayı da herkesin ona karşı saygısı büyüktü.
Masadakiler sohbete dalmış, ateşli ateşli konuşuyorlardı.
Yirmi iki – yirmi üçlerinde bir delikanlı, onun yanında ve tam zıttı, elli beşlerinde zayıf, kuru ve tamamen kır saçlı, bir elindeki bira şişesini sonsuz bir zevkle seyrediyor, hafif hafif gülümsüyor ve susuyordu. Belli ki, dinlemekten ve hafiften gülümsemekten büyük bir zevk alıyordu. Onun açısından, şu yalan dünyada hiç bir şey tartışmaya değmezdi besbelli. Karşısında iri yarı, kumral, kaşlarını sergilemekten büyük zevk alan biri ve hemen onun yanında belli ki, hayranı, ölçüleri küçük, ama havası büyük biri vardı.
Karşısındaki esmer delikanlı gözlerinden şimşekler yağdırıp elindeki kadehi çatlatmak istercesine, dişlerini sıkı sıkı:
– Aslında suç muhtarda, dedi. Neymiş efendim babasına bakmış, bilmem neymiş. Amcam bir kaşıktan ev olmanın ne olduğunu biliyor mu dersin, a?
– Bu işlerde her zaman bir kurt yeniği vardır, diye cevap verdi iri yarı olan ve boşalttı o ayı pençesini andıran elinde kaybolan kadehi boğazına.
– Burada bir oyunlar dönüyor ama bakalım kimin başına patlayacak, diye ilave etti, havalı havalı yanındaki.
Ne olmuştu bu insanlara. Her yerde, evde, sokakta, meyhanede herkes miras paylaşıyor, daha doğrusu paylaşmaya çalışıyor, ama bir türlü kimsenin hesabı diğerinkine uymuyordu. Abi kardeş, oğul baba selâm kaldırmış, kimsenin yüzü gülmüyordu. Kolay mı elli yıl sonra devlet el koyduğu topraklara, asıl sahiplerine iade ediyordu. Ediyordu etmesine de, üzerinden bunca yıl geçmiş asıl toprak sahipleri bu dünyadan göç etmiş ve yeni nesiller yetişmişti. Mirasçılar çoğalmış mirası paylaşmak nerdeyse mümkün değildi. Devrilen rejim, bir yırtıcı hayvan gibi hem ölüyor, hem son nefesinde de olsa son bir pislik yapmaktan kendini alamıyor, insanları ta kalbinden vuruyordu.
– Siz ne ettiniz?- diye sordu arkadaşı.
– Paylaştık!
– Ne o, sizde mi?
– …!
– Babana baktı diye mi?
– Evet.
– Haksızlık bu aga be, esmer genç yine patlamaya hazır bir bomba gibi, haklı değil miyim? Hep aynı babanın evlatları değil misiniz?-diye araya atıldı.
– Bu işlerde her zaman bir kurt yeniği vardır.
– Bakalım kimin başına patlayacak.
Kadehler peş peşine geliyor, herkes birilerinden hak hesap arıyor, ana avrat küfürler yağıyordu.
Belli ki bu işte bir kurt yeniği vardı. O aptal mıydı? Hayır. Değildi. Değildi, ama aptal yerine konulmuştu. Hem, bir kaşıktan ev olmak kolay mıydı? Ama bunu abisi nerden bilsin, o hazıra oturmuştu. Lanet olsun, bu haksızlık değil de neydi. Sorun kaç dekar olduğu değildi. Ortada bir haksızlık vardı ve bunu ona yutturmaya çalışıyorlardı. Evet, evet, herkes ona aptalmış gibi bakıyordu. İşte garson bile içkiyi getirirken gülüyordu. Neden gülüyordu? O’na! Karşısında o kır saçlı kalleş neden ona bakıp bakıp hiç bir şeyler konuşmuyor, sadece gülümsüyor? Elini uzattı, gırtlağına yapışsa… Bu işte bir kurt yeniği var.
Etraftaki sesler kafasında zonk zonk ediyordu. Hem bu garsonda nerelerde kaldı?
– Hey Toska, Toska…
Esmer genç elini kolunu sallaya sallaya, ateşli ateşli devam ediyordu. Gözünün birini kapattı, gence baktı, kulak verdi.
– Şeytan diyor ki, vur babam, vur.
İçkiler geldi. Bir solukta kadehini boşalttı:
– Bir daha.
Sesler bir birine karışmış, kalbi kulaklarında atıyordu: ”Vur”, ”Vur”, ”Vur”.
Kalktı.
Bulutlar yere inmişti sanki. Çakan şimşekler bir an için gözlerini alıyor, ardından zifiri karanlık çöküyordu. Sallanan adımlarla yürüdü. Ne yapacağını biliyordu. Çoluk çocuk uyumuş, evi ıssızlık bürümüştü. İçeri girdi ve az sonra çıktı. Elinde av tüfeği evden ayrıldı ve dökülen yağmurun altında karanlığa karıştı.
* * *
Kıyasıya bir mücadeleden sonra gece yavaş yavaş gündüze bırakıyor er meydanını. Yorgun, sanki biçare horozlar yeni bir günün müjdesini veriyor. Dev bir halı gibi serilmiş Deliorman, bezenmiş sonbaharın o eşsiz renklerine. Düz orman bir yanda, bir yanda Ayazma otlakları, bir yanda köyün tarlaları. Bir dikiş makinesi gibi traktörler nakış nakış işlemiş kara toprağı. Yağan sağanak yavaş yavaş işliyor damarlarına. Bir genç kız gibi olgunlaşıp, hazırlanıyor tohuma.
Üç çizimi kalmış bir traktör duruyor Koca koru boyunda. Güz çıvgını yanık yanık ağıt çalıyor sessiz borusunda. Uyuyor sanki sahibi, uzanmış boylu boyuna ön tekerleğin yanında. Deliorman göklerden yas tutuyor, yaşlar dinmek bilmiyor.
Kaynak: Hak ve Özgürlük gazetesi, Sayı 39-40, 9 Ekim 1998

