Sadık Üsmen, beygire binmiş, Selçe’den Tilkili’ye ve oradan da Avanlı’ya geçecekti. Ya tavşan, ya da bir başka yabaniye rastlaya bilse… Bunları geçiriyordu aklından. Islık çalarak, ara sıra da haykırarak ilerliyordu. Hatta kendini yalnız hissetmemek için, sık sık beygiri ile de konuşurdu:
-Ey koçum, benim, sen zannetme Cebir Ali, Abdurahman Avni Paşa’yı benden daha iyi bilir? Budin savaşı!… Paşadır bu, paşa! Macar da bunu bilir! Boşuna kim kime kocaman bir heykel diker?! Hangi kafir düşmanına anıt yapmıştır? Ey koçum, sen, ben gibi birkör cahil değil, akıllı ve mert bir düşman! Paşa o, paşa! Yetmiş yaşında olmasına rağmen kılıç elde savaşan bir paşa! Bak sen Macar’a?!… Hım, ne mi bilir Cebir Ali!? “A-a, sakın, Paşa efendimizin türbesi Edirne’dedir!” Dan-dun, ben tarihleri okumuş insanlardan duymuşum, ey Cebir! Macarlar, anıtta yazı da yazmışlar:
“145 yıllık Osmanlı imparatorluğu, Macarlar tarafından yıkıldı. Budin valisi Abdurahman Avni Paşa, şu anıt yanında şehit düştü, 2.9.1686 öğleden sonra – Sen de duydun mu koçum? – 70 yaşında!”
Bu gerçeği de Cebir bilmezse, başını samana soksun. Yaşlı, Halil amca, Poyraz’ın dedesi, Macar’dan göç etmekten söz ederdi: “Savaştan sonra bizim sülale kaçmış. Osman dedemin dedesinin iki kız kardeşine papazlar saldırmış ve hıristiyan yapmış, ve daha nice nice gençler kurban olmuş…” Molla Hasan da Budin savaşından söz ederdi. O da anıtı anardı. Ne anlamı var, beni aldatsınlar? İşte, bunu Cebir anlayamaz! Molla eğitimi alan biri. Ben onun her bir sözcüğünü kaptım. Hata olur mu ya? Molla Hasan, benim gibi cahil biri değil, koçum! Bir de konuşabilsen…
Sadık, beygiri okşadı, gülümsedi, rahatladı. Beygir, bir şeyden anlamayan haliyle, tupur tupur Tilkili yolunca giderdi. Sahibi bir ara ipini çekti ve o da Saksan yoluna kıvrıldı.
-Koçum, bu gün Avanlı’ya yolcuyuz! Tavşanlar çoğalmış! Belki de yabani avlarız! Et kokusu çoktan eve girmedi. Bayrama da daha nice var… Kıyamam kuzulara, daha küçükler…
Düşüncelere dalmış olan Sadık, bir ara “Budin türküsü”nü de mırıldandı. Sesi ardıçlar arasında yansıdı. Yanık mı yanık, son bahar yaylasına apansızın bir hüzün çöktü.
Budin içinde kurulmuş pazar
Oturmuş kafir, namemi yazar
Yazma kafir yazma, vermem dinimi
Dinim din, İslam’dır, vermem kendimi…
Hüzünlü türkü, ona her şeyi unutturdu. Beygircik, Saksan* yoluna daha rahat katlanırdı. Saksan’dan öteye epeyce av dünyasının kokusu hissedilirdi.
Su yalaklarına ulaştılar. Beygir susamış, doya doya içti. Karşıda Yörük otlakları, Yörük köyü, Saksan, bom boştu. Her yerde bir acayip sessizlik hakimdi… Korkusuzca Yörük köyünden geçebilirlerdi. O, aslan köpekler, belki şu anda Ak deniz boylarındaki sürülere bakıyorlardır…
Bir hayli yürüdüler. Camiin minaresi uzaktan balkıdı. Evlerin örtüleri de… İncecik bir rüzgar son baharı anımsattı. Hemen kar tanecikleri düşebilirdi. Tilkili’den Saksa’na, bir tüfek atımı mesafe. İşte yaklaştılar.
Sadık Üsmen hala Budin türküsünü mırıldanıyordu. Kulağına bir ses takıldı. Öyle bir ses ki, hiç bir şeye benzemeyen, hiçbir şeyi anımsatmayan. Daha fazla bir garip haykırıştı bu. Beygir durdu, seslendi. Yörük köyünden gelen anlamsız bir ses. “Ne olabilir? Acaba karaca sesi mi? Galiba değil.” Sadık, kendi kendine hem sordu, hem yanıtladı.
Birden, etrafı parçalayacakmış gibi gelen ses, dört bir yerde yankılandı. Tüm dünyayı sarsan bir sesti bu. “Belki de yaban hayvancağız tuzağa düşmüştür, kurtulması da imkansızdır.” düşüncesiyle Sadık, beygire sesle hemen aktardı:
-Ey, koçum ey! Bu gün belki Avanlı’ya uğramayız. Bu ses, bizim kısmetimiz olabilir!
Hayvancağız, korka korka, egreklere* doğru ilerledi. Sadık yana yöne bakındı, kimseleri göremedi. Ses, camii yanındaki kulübelerden geliyordu. Beygir birden bire mıhlandı. Ne ileri, ne geri.
Üçüncü kulübede farklı bir hareket dikkatini çekti. Dört bir tarafı mıhlanmış, ne kapı, ne pencere. Galiba, bu acayip ses tahtalar arasından geliyor!
Sadık, korkak biri değildi, ama içine bir şüphe düştü “Ne olabilir, acaba!?”. Yaklaştı. Tahtalar arasında bir çocuk eli gördü ve gözleri, kapkaranlık, ona çevrilmişti. Bu arada ses de alabildiğine ortalığı yeniden sarstı. Korkunç bir ses! Tahtalara doğru yürüdü. İyice yaklaştı. Tüyler ürpertici bir manzara. On beş, on altı yaşlarında, uzun saçlı bir kız! Kendini parçalarcasına bağırıyordu. Sadık ona:
-Kimsin? Nesin? Seni bu hale kim getirdi?- diye sordu. Sesi titrekti.
Cevap yerine kız, bu kez çılgıncasına bağırdı ve tahtaları dişleri ile kemirmeye çalıştı. İlk önce Sadık, aç olduğunu düşündü. Ama bakışları çok değişik bir durumu dile getiriyordu: ”Sanki bu kız deli, yoksa …yoksa…kuduz mu?!” Tahtaların neden mıhlı olduğunun farkına varır gibi oldu. Aklı fikri birbirine karıştı. Ama kendini çabuk toparladı, böyle bir anda panikliğe gerek yoktu. Acilen karar vermeliydi. Aklına, defalarca sohbetler arasında tartışılan “kuduz” konusu, geldi. Hatırladı, Necip dede, kuduzluğun, katırın akciğeri ile savdırıldığını söylerdi. Elinde olmadan bir ikilemle karşı karşıya idi. Candan ofladı:
-Ey koçum, imkansız!. Seni de severim, ama şu küçük yavruya bak! Yürekleri parçalıyor sesi!. Böyle bırakırsam, ölebilir ve yabanilere de zarar getirir. Koçum, ben sana en iyi bildiğim duaları okurum, helal et bana. Allah da razı olsun!. Beni buraya gönderen de O, (Allah)dur. İyi ki, Kız bunar* yoluna düşmedim…
Sadık, vakit yitirmeden beygiri yana çekti, bağladı. Tüfeğini kaldırdı, gözlerini yumdu, patlattı. Beygir haykırdı, son vedalaşma yerine, bir ses çıkardı, düştü…
Sadık, acele acele beygiri yüzdü. Karnını yardı, ciğerini çıkarıp kesti. Kıza yaklaştı, tahta aralarından parçaları soktu. Kız deli gibi kavradı. Sesi tıpkı yabanilerin boğuşmasını anımsatıyordu. Ciğer parçalarını dişleri ile koparıp, vahşicesine çiğnedi. Sadık düşündü: “Yaşlı kimselerden, Necip dededen çok kez işitmişti: kuduz tedavisi, ancak beygir ciğeri ile olurmuş. Acaba bu yavru da bundan bir sebep bulur mu?” Bir hayli durdu, baktı. Kız, gerisi geriye adım atmaya başladı. Sanki korktu. Duvara dayandı, yılan gibi süzüldü. Derinden Sadık’a baktı. Sonra bakışları meledi*, kirpikleri kapandı, uykuya daldı…
Sadık, aynı kararlılık ve çabuklukla hemen bir çukur hazırladı. Beygirin cesedini gömdü. Dua okudu. Birkaç kez ellerini yüzüne sürdü. Derinden inledi. Sonra kıza döndü.
Kuduz kız, uykuya dalmış, hiçbir şeyden haberi yoktu.
Hiç vakit yitirmeden Baraklı* yoluna çıktı. Orada beygirciler yaşardı. Bir beygir alıp dönerdi…
İkindiüstü, Sadık beygire binmiş, ter köpük içinde, Sakasan’a döndü. Kız uyanmış, uslanmış, bir ağlamak tutturmuştu. Sadık’ı görünce:
-Amca… Amca.., Diye haykırdı.
-Korkma kızım! Korkma! – Onu teskin etmeye çalıştı.
Tahtaları söktü. Kız bakımsız, pislikler içinde, giysileri yırtık pırtıktı. Sadık çeşmeye götürdü. Kız yıkandı. Kendi entarisini indirdi, kıza verdi:
-Ha, kızım, gey şu entariyi! Ört üstünü!
Kızın gözleri tekrar yaşlandı, doldu.
-Sağ ol amca! – tekrar hıçkırdı.
-Hadi kızım, bin beygire. Hiç bir şeyden korkma. Ben seni bırakmam!
Onu, Selçe köyüne götürdü.
Yörük kızı, Sadık’ın ailesinde kaldı. Kış geçti, yaz geldi. Bir gün Yörüklerin biri Saksan’dan köye geldi, alış-veriş yaptı. Tuz ve un aldı. Dükkan avlusunda da kızı gördü. Haber vermeden, gördüklerini kız ailesine bildirdi. Ertesi günü, erken saatlerinde, Yörükler kapıya dayandı. Kızı almak istediler. O kesinlikle buna karşı koydu: “Ben sizi tanımıyorum !”, dedi, kaldı.
Yıllar geçti. Bir gün Sadık’ın küçük kardeşi ile evlendiler. Neden sonra bu olay unutuldu. O Yörük kızının torunu oldu. Şimdi de Selçe köyüne gitmiş olursanız yaşlı hala, Zülfikar Ocak’a bir sorun. O, Yörük kızının torunudur!
(Öykü bir geçek olay üstüne Fatma Ocak tarafından aktarılmıştır.)
Kaynak: Emel Balıkçı-Şakir, “Yürük Lâneti”, Smolyan, 2011