Yazar: İca Cebeci
Çocukluğumuz Yenimahalle denen küçük bir köyde geçmişti. Küçüktü ama her tarafı orman ve tarlalarla sarılı şirin bir köydü. Herkes birbirini tanıyordu. O zaman ben 6 yaşlarında, ağabeyim ise 8 yaşında çocuklardık. Bir gün annem bizi köyün doğu kenarında oturan Vesile halamıza sini almaya gönderdi. Seve seve o tarafa doğru yürüdük
Evin Bozku adında kart bir köpeği vardı. Yaşlı olmasına rağmen dişleri henüz düşmemişti. Ben, daha küçük olduğumdan korkuyordum ve kapıya 10 metre kadar bir yerde durdum. Ağabeyim Ahmet bir arkadaşından dualar öğrenmişti. Onların bazılarını bana da öğretiyordu. Bu dualar arasında cinlerden, şeytanlardan, yılanlardan hattâ köpeklerden bile koruyanları vardı. En son öğrendiği bir köpek duasıydı ve de kolay belleniliyordu:
Lekat lekat lem lem lekat
Fiicii diyee kıvrıl dayak
Beni bırak, yere bak!
Nedense ağabeyim bu duaya pek inanmış, pek güvenmişti. Bu duayı ben de öğrenmiştim ama köpeği durduracağına tamamen inanamamıştım. Neyse ki, ağabeyim sokak kapısını açtı, önce duasını okudu. Avlu içine birkaç adım atıp durdu. Ben 5 adım geriden olacakları seyre başladım. Sayvan altında salyangoz gibi kıvrılıp uyumakta olan Bozku, kapı tıngırtısından uyanarak gözlerini açtı. Lâkin yerinden kalkmaya üşeniyordu. Bizimki ha bire elleriyle dizlerine vuruyor, ayaklarını da lapırdatarak hayvanı tahrik etmeye çalışıyordu. Nasıl olsa artık duasını da okumuştu ve köpek de ona diş batıramazdı. Tembel köpek yerinden fırlamadığı için bizimki iki adım daha gidip, köpeği sözle de tahrik etmeye başladı: “Bav bav, bav bav!” Köpekse yattığı yerden “Hırrrr, hırrr!” yapıyor ama kalkmıyordu. Ağabeyim yine tahrik ediyor: Elleriyle lap lap dizlerine vuruyor, ağzından “bav bav” seslerini çıkartıyordu. Kart köpeğin artık tahammülü kalmamıştı. Ok gibi yerinden fırladı. Serbest güreş pehlivanı gibi paçadan kapıp çekiştirmeye başladı. Ağabeyim “lekat lekat, lekat lekat” diye bağırsa da gerisini getiremiyordu. Köpek onun bacak kabacasına iki dişini batırıp biraz çekince yere düşürdü. “Anacım anaaa!” feryadı yayıldı etrafa. Ev sahibi Salih enişte anında çıkıp köpeği kovdu. Bizimki yere yığılmış, yaradan akan kana bakıyor ve ağlıyordu.
Köpek, gedikten atlayıp hemen arka bahçeye gizlenmişti. Ev sahipleri geline biz de cesaretlenip yanına vardık. Sağ bacağının kabacasından birkaç diş yerinden kanlar akıyordu. O zamanlar köyde ne doktor vardı, ne de hemşire. İlâç dersen ancak koca karı ilâcı. Böyle durumlarda yaranın üstene çiş edilip ilaçlanırdı. Ama kadın ve erkeklerin yanında bu mümkün değildi. Halamız gitti bir paçavra getirdi. Kanı sildiler. Salih enişte tabakasını çıkarıp yaraların üstüne birer çimdik kıyma tütün koydu. Sonra paçavradan şerit şeklinde bezler kopardı. Onlarla yaraları sarmalayıp bağladı. Bu tımardan sonra ağabeyimin de ağlaması durdu.
Ne almaya gittiğimizi dahi unutmuştuk. Ağabeyim topallaya topallaya yürüyordu. Sokakta karşı gelenler “n’oldu ba Aamet?” diye soruyorlardı. Ben cevap veriyordum: “Posluların köpee daladı.” O anda da gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Oysa ağabeyim bu belayı adeta satın aramıştı.