Yazı: İsmail Yakubov
Evden çıktığında ilk işi köyün kuzeyindeki tepeye bir göz atmak oldu. Celeve ak kalpağını başına geçirmek üzereydi.
“Yükseklerde yağmaya başlamış demek. Karanlık basar basmaz buraya da iner.” diye geçirdi aklından. Paltosunun yakasını kaldırdı, değneğini aldı ve hem soğuğun, hem de takatasızlığtn yarattığı tereddütlü adımlarla yürüdü.
Kapıdan girdiğinde Kadir Mağazacı yalnızdı. Önündeki deftere birşeyler kaydediyordu ve gelenin kim olduğunu anlamak için başını kaldırmaya acele etmedi. Bir neden sonra yazmasını bitirmiş olacak ki, gözlüklerinin üzerinden baktı ve gülümsedi:
“Merhaba Öğretmenim! Hoş geldin… İki gündür görünürlerde yoksun. Bu sabah ekmek almaya da gelmedin. Her halde evde yoksun diye düşünmeye başlamıştım.”
“Merhaba Kadir… Nereye gidebilirim ki…”
“Şehire gider, kızını görürsün, başka köyde yaşayan bir dostunu, yahut bir asker arkadaşını ziyaret edersin. Ne bileyim, bir yere gidersin işte…”
“…….”
Kadir Mağazacı az önce kulağına kıstırmış olduğu tükenmezi yine aldı eline, deftere yine bir şeyler kaydetti. Sonra laf olsun diye sordu:
“Günün nasıl geçti Öğretmenim?”
“Her günkü gibi… Televizyon, kitap… Bu sabah kızımız geldi…”
“Yeni yılı birlikte karşılayacaksınız yani?”
“Yok. Gitti. Yalnız bir saat için gelip dururmuş.”
Kadir Mağazacı “Acelesi neymiş?” diye soracaktı ya, vazgeçti. Ayakları derhal suya ermişti: Kız yine babasını görmeye değil, ondan yine birkaç para kopartmaya gelmişti. Yaşlı öğretmene üzüntüsünü kısa bir zaman için bari unutturabilmek için konuyu değiştirmeye çalıştı:
“…Bu yılı da sona erdirdik Öğretmenim. Yarın yeni yıl, yeni kısmet.”
“…Hep öyle diyoruz. Yeni yıl, yeni kısmet… Ama ve lakin bir defacık insan gibi oturup da geçip gitmiş olan on iki ayın getirdiği ve kendisiyle götüremediği iyilikleri ve kötülükleri kantara koymak aklımıza gelmiyor.”
“Öyle deme Öğretmenim. Bizi çocukluğumuzda hep ileriye doğru bakmamızı söylemiyor muydun?”
“…Siz, işiyle uğraşanlar, yine de geçmiş olan yılın bir muhasebesini yapıyorsunuz. Ama ve lakin her birimiz böyle bir muhasebe yapsak, iyiyi ve kötüyü, kazandığımızı ve kayıbettiğimizi teraziye vursak, çok iyi olur değil mi. Sen geçip gitmiş olan yıldan her nekadar da olsa memnunsundur, ama bazı kimseler…”
Öğretmen için sona ermiş olan yıl hakikaten de hayatının en üzüntülü yılıydı. Eşi, daha erken ilk baharda kısa süren bir hastalıktan sonra bu dünyayı terketmişti. Oğlu annesinin elli ikinci gününü zor bekledi, Böyle işsiz durmakla olmayacak!’ diyerek baba gibi ondan izin bile istemeden eşini ardına taktı ve Batı’nın yolunu tuttu. Kızı on yıldan beri il merkezinde yaşıyordu, pek uzak değildi yani, ama gelmemesi geldiğinden daha…
Kadir Mağazacı Öğretmenin üzüntüsünü nasıl hafifleteceğini bilemediği için lafta bulunsun diye sordu:
“Oğlun Hikmet haber ediyor mu?”
“Son haberi eveli gün geldi. O da mektup değil, kartpostal. “İyiyiz. İkimiz de çalışıyoruz. Artık mektup yazmıyacağım…”
“Neden yazmıyacakmış?”
“Yazmak ona çok vakit kaybettiriyormuş… Cep telefonu almış… Ben de alırsam her hafta sonunda birbirimizi işitebilecekmişiz…”
“İyi işte. Sen de al. Bakıyorum da, köy okuluna giden çocukların bile ellerinde belirdi öyle şeyler. Mektup o uzak memlekete gidip gelinceye kadar haftalar geçiyor. Yazmak için harcanan zaman gene başka. Al bir cep telefonu ve bak rahatına.”
Öğretmen cevap vermedi. Al demek çok kolay, ama neyle? Bu sabah aceleden gelmiş ve aceleden gitmiş olan kızı bir saat devamınca para yetersizliğinden yakınmaktan başka hiç bir şey konuşmamıştı. Kocası üç aydır maaş alamıyormuş, artık dörde giden kızları yeni ayakkabı istiyormuş, kitap defter masrafları artmış… Sırtındaki elbiseler, bileklerindeki altın bilezikler, parmaklarındaki yüzükler söylediklerinin aksini konuşuyordu, ama cesaret edip bir baba gibi bunları onun yüzüne söyleyemedi işte. Kalktı, zor zaman için yazı masasının çekmecesinde koruduğu son paralarını kızının eline sıkıştırdı. O da hiç nazlanmadan hepsini acele acele çantasına topladı. Artık babasının yanında daha fazla oyalanmaya sebep kalmamıştı. Paraları ele geçirdikten sonra bir dakka bile dayanamadı, hemen ayağa fırladı:
“Baba, yeni yılını daha şimdiden tebriklerim. Ben komşu köyde işi çıkmış olan bir tanıdıkla geldim. Fazla oyalanmadan döneceğini söyledi. Az sonra gelir. Köy kenarında bekliyeceğimi vadetmiştim,” dedi ve kapıdan dışarı fırlayıp gitti…
Kızı neden okadar az bir zaman için gelmiş diye mağazacının sormasını bekledi. Sormuş olsaydı içinde bu sabah doğmuş olan üzüntüyü ona bari dökecekti. Lakin sormadı işte…
Akşam karanlığı artık çökmeye başlamıştı. Bütün komşular alacağını almış ve yeni yılı karşılamak için evlerine toplanmışlardı. Kadir Mağazacı başka müşteri gelir diye umut etmiyordu. Anahtarlar elinde tam kapıya doğru yürümüştü ki, durakladı ve sordu:
“Sen, Öğretmenim, bir şeyler demedin?”
“Ne diyeyim… Emekli maaşını daha eveli gün beklerdim, o ise bu gün de gelmedi.”
“Bu akşam bayram sayılır Öğretmenim. Akşama bize buyur, yeni yılı birlikte karşılayalım.”
“Yorgunum. Eveli gün kestirdiğim odunları dün ve bu gün yağmura ve kara ıslatmadan saçak altına toplamaya çalıştım… Televizyon karşısında hem dinlenir, hem yeni yıl programını seyrederim.”
“Ekmeğin var mı? Dün de almadın, bu gün de. Fırın ise yarın çalışmayacak!”
Öğretmenin cevap vermesini beklemedi, hemen tezgah ardına geçti ve bir poşete iki ekmek yerleştirdi.
“Başka bir şeyler?”
Sordu, ama yine cevap beklemeden ekmeklerin yanına yeni yıl sofrasında bulunması gereken bir kaç çeşit yiyecek içecek ilave etti.
“Buyur Öğretmenim!”
“Ama ve lakin…, az öncesi anmıştım… Emekli maaşımı hep daha…”
“Emekli maaşını alınca ödersin.”
“…Kimliğimi bırakayım mı?”
“O da ne demek?!”
“Mağazadan aldıklarını anında ödemeye imkanı olmayan bazı komşular öyle yapıyorlarmış diye işittiğim var. Yani bir nevi teminat… Ben de…”
Daha evden çıkmazdan önce hazırladığı kimliği mağazaya girdi gireli paltosunun cebinde sol elinin avucunda tutuyordu.
Kadir Mağazacı ciddi bir sesle cevapladı:
“Sen onların grupundan değilsin Öğretmenim… Yeni yıl hediyem olsun! Al poşeti ve evine sakince toplan. Eski yılı tatlılıkla uğurla, yeni yılı sakince karşıla. Bu gece Televizyonda çok ilginç program varmış diye konuşuluyor.”
Eve döndüğünde mağazadan buraya kadar büyük bür utansaklıkla taşımış olduğu poşeti ve avucunu terletmiş olan kimliği masa üzerine ilgisizce bıraktı ve sönmek üzere olan sobaya bir kaç odun attı. Sonra televizyonu açtı. Hiç bir şey düşünmemeye, zihnine durmadan hücüm eden kötü düşünceleri etrafına sokmamaya çalışıyordu. Bayağı bir zaman sonra en nihayet ilginç bir yayın buldu ve kendini onun akıntısına bıraktı.
Bir sıra midesinde bir rahatsızlık hisseder gibi oldu. Bütün gün ağzına tek bir yudum bile atmadığını şimdi hatırladı. Kızı kahvaltıdan önce gelip gitmişti. Onun yarattığı hem kötü, hem üzüntülü havadan sonra ne yemek için bir şeyler aramıştı mutfakta, ne gene çok sevdiği ve ona en iyi anlar yaratan kahveden içmek gelmişti aklına…
Kalktı ve yine o utansak tavırla poşette olanları masa üzerine çıkardı. Maharetli eller tarafından dizildiğinde masa hakikaten de bir yılbaşı sofrasına dönüşebilirdi… Farkına varmadan eşinin yıllar boyu oturduğu ve sekiz ay devamınca masadan uzaklaştırmaya cesaret edemediği sandalye önüne de çini, kaşık, çatal ve kadeh koydu ve onun da gelip oturmasını bekler gibi bir tavır takındı. Bir an sonra aklı başına gelir gibi oldu, derin derin iç çekti ve önündeki tabaktan ağzına bir şeyler attı… Attı, ama bayağı bir zaman devamınca yudum çiğnedikçe küçüleceği yerde, aksine büyüdükçe büyüdü. Arada sırada kendini televizyonda olup bitenlere aldırıyordu ve mağazacının önünde mahcup olmasını unutur gibi oluyordu, ama gittikçe daha sık bir şekilde bazen şimdiki durumunu, bazen uzun bir ömür teşkil eden yıllara dönüyordu…
…Hemen hemen bütün akrabalar ve bir çok komşular bir zoru olduğunda onu arıyordu, geliyor ve yardım için sık el açıyordu, yalvarıyor yakarıyordudı. O da hep öyle yumuşak yürekli olduğu için hiç birine yardımını esirgemedi. İmkan dahilinde bazısına istediğinden çok, diğerine istediği kadar, üçüncüsüne istediğinden daha az verebildi, ama kimseyi boş elle çevirmedi… Bu sebepten de çok defalar cebi boş kaldı. Ekmek alamayacak hale bile düştüğü oldu bu günkü gibi, ama bunu hiç bir zaman hiç bir kimse yanında belli etmedi… Sonra yardım ettiği kimselerin hemen hemen hepsi birer birer köyden uzaklaştılar. Kim göç etti, kim batıyı boyladı, kim başka köye veya kasabaya yerleşti… Şimdi ise… haftalarca, hatta aylarca kapısını açan yok… Hatta yakınında yaşayanlar bile.
Önceki ağrı kaybolur gibi oldu, ama bu defa göğsünün sol tarafında bir saplanma belirdi. Ağaran yeri avucuyle bastırmaya çalıştı, fakat fayda etmedi. Zar zor kalktı ve adım adım değil, karış karış ilerlemeye çalışarak kendini yatağa attı. Arkası üzerine yatmaya çalışırken solundaki bir daha hücümledi. Ağrıyı hafifletmeye belki faydası olur diye eliyle göğsünü becerebildiği kadarıyle bastırdı ve gözlerini sıkmaya çalıştı…
Ertesi gün öğleye doğru onun bir zamanki öğrencisi ve şimdi köyün mağazacısı Kadir, Öğretmeninin yeni yılını kutlamaya geldiğinde onu işte böyle sol eli kalbinin üzerinde, gözleri yarı kapanmış, hep daha çalışıp duran televizyonu seyrediyormuş gibi arkası üzerine yatarken buldu.
Masa üzerine baktı. Bir tarafta akşam poşete doldurduğu yiyecekler sunulmamış bir halde duruyordu. Diğer tarafta artık hiç bir kimseye lazım olmayan, hiç bir işe yaramayacak olan kimlik yatıyor ve sanki Öğretmenin sonsuz uykuya dalmış olduğunu söylemeye çalışıyordu.