Bağlantı haritası Anasayfa » Karakoncolos

Karakoncolos

Yazan: Hasan Efraimov

Zamanında köyümüzde bir adam yaşıyordu. Ali Kurt diyorlardı ona. Bir kurt kadar ürkütücüydü, o yüzden ona kurt diyorlardı. Aynı zamanda bir kurt gibi güçlüydü ve her zaman kendi işini kendi görüyordu. Ali Kurt hiçbir zaman hiç kimseden hiçbir yardım talebinde bulunmamıştı. Hiç kimseden bir iğne bile istememişti. Gözü gibi baktığı iki tane öküzüyle tarlasını kendi sürüyordu. Sonra kendi ekiyordu ve yine kendi biçiyordu. Diğer köylüler grup halinde yardımlaşarak çalışıyorlardı. Önce birinin tarlası biçiliyordu, daha sonra diğerine geçiyorlardı. Fakat Kurt onlardan uzak duruyordu. Yorgunluk nedir bilmezdi. Ağaçlar ve taşlar soğuktan çatlarken, köyde tek bir kişi görülüyordu – Ali Kurt. Yaz sıcakları geldiğinde herkes gölgelerde yatarken ve hiç kimse güneşin altında çalışmaya cesaret edemezken tarlada yine sadece Ali Kurt görülebiliyordu.

Dipsiz bir kuyu gibi su içip durmadan çalışıyordu.

Eşi, Hatice teyze, testiyle büyük çeşmeden ona su taşımaktan ayaklarına kara sular iniyordu. Sonunda, bu işin böyle olamayacağını anlayan Kurt, buna bir çözüm üretti. Öküz arabasına bir fıçı yükledi. Sabah fıçıyı büyük çeşmeden dolduruyor ve tarlanın ortasındaki armut ağıcının altına çekiyordu.

Başını direk fıçının içine sokarak gün boyu su içiyordu. Güneş ilerleyince ve gölge yer değiştirince, su ısınmasın diye arabayı tekrar gölgeye çekiyordu.

Kurt, sıcak havalarda bir günde, bir fıçı suyu bitirdiği dedikoduları geziyordu köy içinde. Ve aynı anda hiç işeme ihtiyacı olmuyormuş diyorlardı.

Bu da köylülerin arasında alay konusu oluyordu, tabi ki Kurt yokken.

Kimsenin Kurt’un yanında alay etme cesareti yoktu. Çünkü Kurt önce vurup sonra soranlardandı. Aslında Kurt sonra da sormuyordu.

Akşam herkes evine giderken Ali Kurt tarlada çalışmaya devam ediyordu. Ay ışığında çalışmaya devam ediyordu.

Bir çok akşam, Hatice teyze yorgun bir şekilde Ali Kurdu işini bitirmesini beklerken, uykuya dalıyordu.

Bu sorunu da Kurt kökten çözdü. Genelde tüm sorunları kökünden çözmeyi tercih ediyordu. Hiç bir zaman geçici çözümler kullanmıyordu.

Kurt, Hatice Teyzeye dedi ki:

– Bundan sonra bir daha tarlaya gelmeyeceksin. Evinde durup ev işleriyle ve çocuklarla ilgileneceksin.

Öyle de yaptılar. Hatice teyze artık evde kalıp ev işleriyle ve çocuklarla ilgileniyordu, Kurt ise gece gündüz çalışmaya başladı.

Sabah köylüler tarlaya gidince, Kurdu orada çalışırken buluyorlardı, akşam eve giderken yine Kurdu tarlada çalışırken bırakıyorlardı.

Köyün hocası, Ali Kurt’un hiç uyumadığını anlatıyordu.

Söylediğine göre, bir akşam gizlice Kurdun tarlasına gitmiş. Tepedeki armudun altına oturup Kurdu seyrediyormuş. Tüm yaz boyunca böyle devam etmiş. Kurt hiç uyumuyormuş, ayrıca dinlenmek için de hiç durmuyormuş. Hoca bu konuda yeminler ediyordu.

– O bir insan değil, o insan kılığında bir hayalet, bir cin… haberiniz olsun… Dikkat edin ona… Eğer isterse bütün köyü darmadağın edebilir. Herkesi parçalayabilir… Arkada tek bir kişi bile bırakmadan.

Gizlice onu takip eden hoca, herkese bunları anlatıp duruyordu.

Hocanın anlattıklarını duyan köylüler, hemen yüce tanrıya dua etmeye başlıyordu, bizi bu şeytandan koru diye.

Bir defasında – diye anlatıyor hoca – tarlayı biçerken onu izliyordum. Ay parlıyor, ortam gündüz gibi aydınlık. Kurt tarlasını biçiyor, ben de armut ağıcının altında onu izliyorum.

Bir ara biri omzuma dokunuyor… elim ayağım kesildi… Gerçekten, size doğruyu söylüyorum… o anda altımı ıslattım… Tarlaya baktım, Kurt orada yok… bir saniye önce oradaydı… Arkamı döndüm ve ne göreyim… arkamda bir karakoncolos… Felaketin ne olduğunu bilemezsiniz… Fakat ben artık biliyorum…

Kanlı gözleri karanlıkta parlıyordu… kocaman ağzıyla tek hamlede kafanızı kopartabilir… ağzının suları akıyordu… Derisi… Yılan derisi gibi bir şey… ay ışığında parlıyordu ve eli buz gibi… bir ceset gibi. Dümdüz gözümün içine bakıyor… Gözünü kırpmadan bakıyor. Başının içine giriyor… vücudunu ele geçiriyor… hiç hareket edemiyorsun… tüm vücudun felçli gibi… nefesi… ağzından alevler çıkıyor… fakat buz gibi alevler…

Hem yakıyor, hem donduruyor. İtiraf edeyim, sadece altımı ıslatmakla kalmadım… altıma kaçırdım… itiraf ediyorum… Ne kadar uzun baktı bana böyle hatırlamıyorum… Sanki zihnimi söktü aldı…

Birden karakoncolos kayboldu… Aniden geldiği gibi gitti… Tarlaya doğru baktım ve ne göreyim, Ali Kurt biçmeye devam ediyor…

Kalktım ve bir tozattırdım, nefesimi anca evimin kapısının önünde alabildim. Kalbim nasıl patlamadı bilmiyorum. Evimin önünde düştüm kaldım… eşim çıktı ve sesleniyor:

– Neyin var hoca efendi ? Karakoncolos mu gördün yoksa ? Geceleri dışarıda dolaşmamanı söylemedim mi ben sana ?

Dürüstçe söyleyeyim, eşim üç gün şalvarlarımı yıkamaya çalıştı… sonra vazgeçti ve attı… inanmıyorsanız gidin dereye bakın. Oraya attık.

Sabah tekrar armut ağıcının yanına gittim, Yolu bayağı batırmıştım. Ağacın dibinde durup baktım… karakoncolostan iz yok… Yere çöktüm… İz… Büyük bir hayvan izi gibi… aktığı ağzının sularından bir birikinti oluşmuş ve çok kötü kokuyordu.

Tarlaya baktım şeytan biçmeye devam ediyor… ve birden… bana baktı ve gülümsedi… Öyle bir gülümsedi ki, donakaldım.

Gözleri sanki – Yetmedi mi o kadar, biraz daha mi istiyorsun – diyordu.

Elimi sakalıma attım, sakalım yok… korkudan dökülmüş gitmiş… ve basıp gittim gerisi geriye.

Artık geceleri dışarı çıkmıyorum… Kapıları kilitliyorum… baltayı içeri alıyorum… gerçeği bir işe yaramaz ama, yine de kendimi daha güvende hissediyorum.

Size söylüyorum, eğer kudurursa koşun camiye… Oraya giremez… O kuduracak, er veya geç bu olacak… Karakoncolos bu, şeytan… hayalet… bir gün bu olacak… inanın bana… eğer olmazsa ben benimkini bir daha keseceğim… Bir sünnet daha yaptıracağım… kadınlar gibi çömelerek işeyebileceğim kadar bırakacağım.

Hoca hikayelerini bitirip yüce tanrıya dua etmeye başlıyordu, onları karakoncolostan koruması için. Kendini ve tüm köylü halkını… ama ilk önce kendini… çünkü artık karakoncolosla tanışmıştı.

Bu kadar ucuz atlatmış olmasına rağmen, sadece dökülmüş sakal ve doldurulmuş donlarla.

Duasının ardından – Amin… amin… amin diyordu cami cemaati ve korkudan koyun gibi sürü halinde duruyorlardı.

Camiden çıkınca, endişeli bir şekilde bir birilerinin ayaklarına basıyorlardı, korkudan birbirinden uzaklaşamıyorlardı. Karanlıkta nereye baksalar her yerde karakoncolos varmış gibi görünüyordu onlara. Evinin sokak kapısına ulaşan koşarak içeri giriyorlar ve kapılar kilitleniyordu. Kilitlemek de yetmiyordu, ayrıca eline geçeni kapının önüne dolduruyorlardı, emniyeti arttırmak için.

Sabah tarla yolunu tutuyorlardı ama herkes Ali Kurdun tarlasından uzak durmaya çalışıyordu.

Eğer tesadüfen birileri onunla karşılaşırsa eli ayağı tutuluyordu ve ona selam vermek için yerlere kadar eğiliyordu.

Bundan sonra köy camisinde kurban kesiliyordu, karakoncolosla karşılaşıp sağ kaldıkları için.

Bu kurban olayı köyde gelenek haline geldi, Ali Kurt’la karşılaşan herkes kurban kesmeye başlamıştı.

Bu kurbanlardan sonra hoca öyle beslendi ki, kendi karakoncolosa benzedi.

Köylü kendini kurban olayına öyle kaptırmıştı ki köyde kurbanlık kuzu kalmadı. Dolayısıyla komşu köylerden temin etmeye başladılar.

Hocanın hikayesinden sonra köyde hayat durma noktasına geldi. Sadece güneşin doğuşundan batışına kadar köy içinde hareket görülebiliyordu.

Hatta bir çoğu güneşin batmasına saatler kala evlerine kapanıyordu, kapılar kilitleniyordu, kepenkler indiriliyordu ve dışarıda hayat bitiyordu. Her ne sebep olursa olsun hiç kimse dışarı çıkmaya cesaret edemiyordu.

Hal böyle olunca camide boşaldı, akşam ve yatsı namazlarına giden yoktu. Fakat hoca bunu sorun etmiyordu. Böylece kurban yemeklerine daha çok zaman ayırabiliyordu.

Hayat böyle geçip gidiyordu, köyün lanetli kaderiyle. Kaderlerinde köylerine karakoncolosun yerleşmesi varmış.

Köyde mutlu yaşayan bir tek dokuz tane oğluyla Ali Kurt ve Hatice teyze vardı. Evet, 9 tane oğulları vardı ve onlara gözü gibi bakıyorlardı.

Ali Kurt oğulların saçının kılına bile bir şey gelmemesi için elinden geleni yapıyordu. Zaten karakoncolosun oğullarına kim ne yapmaya cesaret edebilirdi ki ?

Kurt yaşlandığında onlara bakacak olan kız evladı yıllar boyunca aradı ama kaderinde kız evlat sahibi olmak yokmuş.

Sonunda 9. oğlandan sonra kız evladı aramaktan vazgeçti.

Hanım – diye seslendi Hatice teyzeye – hayatımız boyunca çocuk yapsan bize kız evlat gelmeyecek. Allah böyle karar vermiş, bu onun taktiridir. Artık kız evlat aramaktan vazgeçelim. Ne dersin ?

Öyle de yaptılar, Hatice teyze derin bir nefes aldı, her sene bir küçük karakoncolos doğurmaktan o da bıkmıştı.

Bu arada ben de büyüdüm. Lisemi tamamlamak için şehre gittim. Sonra askerlik zamanı geldi. Askerlikten sonra köye dönmedim. Okumaya devam ettim ve tıp fakültesinden mezun oldum.

İş için müracaat ettim. Atamalara zaman gelince, o da ne? Doktorsuz kalan kendi köyüme hekim olarak atandım.

Köy beni çocukluğumdaki eski hatıralarla karşıladı, fakat artık o küçük çocuk değildim ve ciddi sorumlulukları olan bir hekimdim.

Sorumluluklarımı üstlendiğimde, zaman ve yıllar hissedilmeden peş peşe geçmeye başladı. Köyümün çok fazla değişmediğini fark ettim.

Değişen şey şuydu ki Ali Kurt artık Dede Kurt olmuştu ve Hatice teyze artık Hatice nine olmuştu.

Bunun haricinde yine herkes onlardan çekiniyordu ve geceleri kimse dışarı çıkmıyordu. Hoca efendi hala karakoncolosun kıyameti kopartmasını bekliyordu ama onun sanki öyle bir niyeti yoktu.

Bende, sabırsızlıkla hocanın söz verdiği 2. sünneti yapacağı günü bekliyordum ama sanki herkes unutmuştu onun bu iddiasını veya unutmuş gibi davranıyorlardı.

Karakoncolos çalışmaya devam ediyordu sadece karakoncolosların yapabileceği gibi durmadan ve yorulmadan. Yıllar sanki onun üzerinde etkisini göstermiyordu ve ben de neredeyse hocanın söylediklerine inanmak üzereydim.

Fakat karakoncolos diye bilinen adamın beyazlamış saçları aynı şeyi söylemiyordu. Ben bir hekimdim ve böyle söylentiler benim yanımda kabul görmüyordu.

Oğulları büyüdü, bir kısmı evlendi, diğerleri hala bekar. Fakat hepsi Kurdun yanında yaşamaya devam ediyorlardı.

Torunlar başladı gelmeye fakat oğulları evlerini ayırmaya niyeti yoktu.

Kurt her sene evine yeni bir yapı eklemeye devam ediyordu, böylece oğullarına ve torunlarına kalacak yer ayarlıyordu.

Kurt ayrıca bir yapı daha yaptı ve ona yemekhane dediler.

Hatice nine burada oğullarını, gelinlerini ve torunlarını doyurmak için sabahtan akşama kadar yemekler hazırlıyordu.

Kader bu ya, Kurt ne kadar çalışkan ise oğulları o kadar tembeldi. Gün boyu köy içinde dolaşıp bir sürü haylazlıklar yapıyorlardı. Fakat hiç kimse gidip bunu Kurda söyleme cesareti bulamıyordu. Kurt da zavallı hiç bir şeyin farkında değildi.

Köy halkının muhtara ve bölge polisine yaptığı şikayetler karşılıksız kalıyordu.

Oğulları bütün köyü yaksalar bile kimse karakoncolosla muhatap olmak istemiyordu.

Oğullar, sıradaki haylazlıklarından sonra acıkmış bir vaziyette gelip oturuyorlardı Kurdun sofrasına. Ve hepsi birden saldırıyorlardı, sabahtan akşama kadar uğraşmaktan iki büklüm olmuş olan Hatice ninenin hazırladığı yemeklere.

Mideleri doldurduktan sonra yine atılıyorlardı yeni haylazlıkların peşine. Köylülerin çekingenliği, onlarda dokunulmazlık hissi yaratmıştı.

Sonunda dayanamayıp gittim, Kurdun yanına. Beni bir padişah gibi karşıladı. Bana hep “siz” diye hitap ediyordu. Kahvemi bile kendi elleriyle yaptı.

Nezaketinden ve davranışlarından dolayı çok şaşırmıştım. Oysa ben savaş için hazırlanmıştım. Oğullarının yaptıklarını anlattım ona ve aynı zamanda pişman oldum. Kurt vurulmuşa döndü, benzi sarardı soldu.

– Doktor, benim çocuklarımdan bahsediyorsun, değil mi ? – diye kısık bir sesle sordu.

Başımı sallayarak doğruladım ve tekrar pişmanlık duydum. Ne olup biteni anlayana kadar Kurt kalktı ve oğullarının dokuzunu da dayaktan darmadağın etti.

Oğullar altına yapmış gibi kıpırdamadan duruyorlardı ve hiçbiri kendini savunmak için elini bile kaldırmadı.

Bu arada Hatice nine yerlerde yuvarlanıp bağırıyordu:

– Oğullarım… Oğullarım… Ali öldürme oğullarımı, acı onlara…

Karakoncolos onu duymazdan geldi ve:

– Doğru mu duyduklarım, Doğru mu ?… diye bağırarak devam etti oğlanları pataklamaya.

Hatice ninenin bağırmaya devam ettiğini görünce ona da döndü:

– Sus kadın, başlamayayım şimdi sana da…

Dayağı bitirince karakoncolos fırladı dışarıya ve köy erkeklerinin gün boyu zaman geçirdikleri köy meyhanesine doğru yöneldi. Ben de onun peşinden, onu takip ettim.

Camiye doğru yönelmedi, zaten her zamanki gibi boştu.

Karakoncolos tekmeyle meyhanenin kapısını açıp, daldı içeriye. İçeride bir çoğu kafaları çekmiş olmalarına rağmen tek bir sarhoş kalmadı. Hepsi aniden ayılmıştı, donları doldurmuş erkek görünümlü canlılar. Hala anlam veremiyorum nasıl olur da onlardan hiç kimse kalpten gitmedi.

– Dallamalar – diye bağırdı Ali Kurt – Neden hiç kimse gelip, oğullarım hakkında uyarmadı beni? Ne biçim erkeksiniz siz? Erkek misiniz? Soruyorum size, erkek misiniz?

Karakoncolos bir süre daha bağırıp çağırdı fakat hocanın söylediği gibi kimseyi parçalamadı.

– Eğer bir daha oğullarım hakkında birilerinin sustuğunu duyarsam bu dünyayı dar ederim…

Ali Kurt meyhaneyi terk etti, erkekler de derin bir nefes aldı ve tekrar rakılara saldırdılar. Ölüm tehlikesini atlattıktan sonra rahatlamak gerekiyordu.

Bu günden sonra köyde hayat değişti. Köydeki erkekler Karakoncolosun evinin önüne sıraya girdi, çekingen bir şekilde oğlanların yaptıklarını anlatmak için. Her gün evde gürültüler ve kavga sesleri yükseliyordu.

Karakoncolos, oğulları tarafından zarar gören herkesin zararlarını maddi olarak karşıladı. Tek bir mağdur bırakmadı. Köy halkı hala şaşırıyor, o kadar parayı nereden buldu diye.

Uzun zamandır Ali Kurt oğullarını doğru yola sokmaya çalıştı, fakat tüm bu çabaları boşa gideceği apaçık ortadaydı.

Oğullar kolay hayata alışmış, değişmeye niyetleri yoktu.

Gün boyu haylazlık yapıyorlardı fakat bir işin ucundan tutmak akıllarının ucundan bile geçmiyordu.

Evet…, sonunda hoca haklı çıktı ve 2. sünnetten kurtuldu.

Bir gün karakoncolos kudurdu, sesi tüm köyde yankılanıyordu. Camiye kaçıp saklanmayan kalmamıştı, sarhoşlar bile.

İçkili camiye girmek yasak olsa da herkes daldı içeri. Karakoncolosun öfkesine maruz kalmaktan ise yüce tanrının öfkesine katlanmayı tercih ettiler.

Ali Kurdun sesleri sabaha kadar devam etti fakat hiç kimse başını camiden dışarı çıkartmaya cesaret edemedi. Hiç kimse canavarın öfkesiyle karşı karşıya kalmak istemiyordu.

Ben size söylemiştim, size defalarca söylemiştim – deyip duruyordu hoca.

Bu bize Allahın cezasıdır, bir canavar, günahlarımız için cezalandırılıyoruz. Cehennemin dibinden çıkıp gelmiş olan bir canavar. Allah’ım, sen bize yardım et… Bizi bu canavara karşı yalnız bırakma.

Hoca dua etmeye başlayınca herkes peşinden tekrar ediyordu:

– Amin… amin… amin…

Köylü tüm geceyi camide geçirdi, canavarın sesleri kesildikten sonra bile.

Kadınlar kucaklarında çocuklarla ağlıyor, erkekler de onları teselli etmeye çalışıyordu fakat onlara da teselli gerekiyordu.

Bu akşam bir çoğu tövbe etti, bir daha alkol almayacak diye. Yeter ki karakoncolostan kurtulsunlar.

Diğerleri hiç düşünmeden bir daha karılarını dövmeyeceklerine yemin ettiler. Bir başkaları, bir daha asla çalmayacak ve yalan söylemeyeceklerine dahi yeminler etti. Daha ne tövbeler ve yeminler edildi. Bu kadar büyüktü karakoncolostan korkuları. Karakoncolos yıllardır sakin bir hayat geçirmişti onların arasında ama sonunda kudurmuştu.

Sabahın ilk ışıklarıyla insanlar caminin camlarında dışarıyı izlemeye başladı. Canavarın bıraktığı hasarı tespit etmeye çalışıyorlardı.

Hocayı öne sürdüler, çık bi bak bakalım nedir durumlar diye. Hoca diğerlerinden daha cesur olduğu için değil, daha önce karakoncolosla karşılaştığı ve sadece sakalının dökülmesiyle ve donlarının doldurmasıyla kurtulduğu için de değil.

Sen bizim dini önderimizsin, ayrıca Allah adamısın diyerek ittiler hocayı önden.

– Zaten başka da bir iş yaptığın yok, bari burada bir işe yara – diye bir ses geldi arka taraflarda ama kimse aldırmadı.

Hoca hemen telaşa kapıldı:

– Durun ya, şurada iki dua ettik diye dini önder mi olduk artık – diye itiraz etti sakalını sıvazlayarak. Bu arada sakalı tekrardan uzamıştı.

Fakat cemaat hocanın söylediklerini duymazdan geldi ve ittiler onu dışarı. Hoca baktı kurtuluş yok, dua ederek adımladı dışarıya doğru. Öyle güçlü bir şekilde dua ediyordu ki etrafa tükürükler saçılıyordu.

Tehlikeli bir durum olmadığını görünce diğer erkekler teker teker çıktılar dışarıya. Kadınlar da kucağında uyuyan çocuklarla erkekleri takip etti.

Köyde hiç bir hasar yoktu, evleri de olduğu gibi duruyordu dokunulmamış vaziyette.

Sonuç olarak karakoncolos sadece oğlanları ve gelinlerini kovmuştu.

-Defolun gidin buradan, asalaklar sizi – diye bağırarak.

Kendi bahçesine oturmuş, sigarasını tüttürüyordu. Hatice nine başını almış ellerinin arasına, iki yana sallanıp duruyordu.

O da, karakoncolosa öfkelenmiş, kısa zamanda evi terk etti.

Canavarı evde tek başına bırakarak küçük kız kardeşinin evine gitti ve bir hafta orada kaldı. Bir hafta sonra büyük kız kardeşine gitti. Bir hafta sonra tekrar küçük ve büyük kız kardeşleri sıraladı.

Sonunda durumu kabullenerek karakoncolosun yanına döndü ve artık sadece susuyordu.

Evine kapandı ve bir daha hiç kimse onu ne gördü ne de duydu.

Karakoncolos da susuyordu hiç kimseyle konuşmuyordu, zaten hep susuyordu.

Bir sonraki gün Ali Kurt gene gitti tarlaya, fakat artık çalışmaktan daha çok armut ağıcının altında geçiriyordu zamanını. Anlaşılan o ki, karakoncoloslar da gücünü yitiriyordu. Her geçen gün daha az çalışıyordu. Bir gün armut ağıcının altına oturdu ve bir daha hiç kalmadı oradan.

– Canavar… canavar ama o da can taşıyor demek… – diye konuşuyordu caminin önünde oturmuş olan köyün yaşlıları.

Karakoncolos dünyadan kopmuş, sessiz sedasız oturuyordu ve artık su bile içmiyordu.

Zamanında su taşıdığı fıçı kurudu, çemberleri gevşedi ve düştü, fıçının tahtaları da dökülmüştü.

Son bahar geldi, soğuk rüzgarlar esmeye başladı, sonsuz yağmurlar başladı.

Canavar oturuyordu armut ağacının altında ve sanki hiç kalkmaya niyeti yoktu.

Kışı bu şekilde karşıladı. Karlar üzerine yağdı, kuzey rüzgarları esmeye başladı fakat kurdun hiç kalkmaya niyeti yoktu.

Birkaç defa erkekler gidip bakmayı düşündüler ama canavarın uyanıp onlara saldırmasından korkarak her defasında gitmekten vazgeçtiler.

Hoca efendi bile gitmeye cesaret edemedi, şansını zorlamak istemiyordu.

Bu defa sadece sakalın dökülmesiyle ve donlarını doldurmakla kurtulamayabilirsin diye dalga geçiyordu köy halkı onunla, fakat hoca onları duymuyormuş gibi davranıyordu.

İlkbahar geldi ve ağaçlar çiçek açmaya başladı. Armut ağıcı kurudu ve bir daha hiç çiçek açmadı. Canavarın üzüntüsünden o da kurumuş olmalı.

Hıdrellez zamanıydı, canavar birden kalktı ve evine geri döndü.

– Vay be, canavar işte…. Canı yok… Ruhu yok… – diye konuşmaya başladılar gene caminin önündekiler.

Bir süre sonra Hatice nine vefat etmiş diye bilgi verdiler bana. Ben de ölüm belgelerini düzenlemek için kalktım gittim kurdun evine.

Camın önündeydi, başını eliyle destekleyerek oturuyordu pencerenin önünde ve bu şekilde sonsuz uykusuna dalmıştı, sessiz ve sakin bir şekilde.

Gerçekten uyuyor gibiydi. Cenazesine ben ve hocadan başka hiç kimse yoktu. Gerçi hocayı da zorla ikna ettim. Kadının son yolculuğunda görevini yapması konusunda onu tehdit ettim.

Cenazeye oğlanlar da geldiği söyleniyor, fakat bizimki yine kudurmuş ve onları kovmuş.

Kadını defnettik ve ben hayatımda ilk defa canavarın ağladığını gördüm.

Karakoncolos kalktı ve hocanın yanına gitti. Ona bir miktar para verdi ve kulağına bir şey fısıldadı. Hoca da sadece başını sallayarak onayladı.

Hocaya ne söylediğini çok merak etmiştim fakat sormadım.

Hatice ninenin ölümünden sonra karakoncolos birden çöktü ve mayıs karı gibi erimeye başladı.

Köylülerden aldığım bilgiye göre mezarlığa gitmiş ve Hatice ninenin yanında kendi mezarını da kazmış. Bu durum beni rahatsız etti.

Çok faydası olacağını sanmıyordum ama gidip onunla konuşmaya karar verdim.

Ne bir emekli maaşı ne de herhangi bir geliri vardı. Ne yiyip ne içiyor kimse bilmiyordu.

Dokuz tane evlat büyütmüştü fakat şimdi tek başına ölüyordu, köpek gibi… daha doğrusu köpek değil de kurt gibi.

Ona yardım etme teklifinde bulundun.

– Doktor…, sen hiç emekli bir kurt gördün mü? – diye sordu kanlı gözleriyle bana bakarak. Ben de bir daha bu konuyu hiç açmadım.

Sonra devam etti. İlk ve son kez onu bu kadar çok konuşkan görmüştüm:

– Peki, hiç sirkte oynayan bir kurt gördün mü? Aslanlar… Kaplanlar…, ayılar istediğin kadar. Ama kurt hiç gördün mü? Peki yardım kabul eden bir kurt hiç gördün mü?

Büyük bir üzüntüyle çıktım onun evinden.

Ruhumda bir sürü soru işaretleri oluşturmuştu.

Bir süre sonra bir haber geldi, karakoncolosu görmem gerekiyormuş. Evin girişinde düşmüş ve bir tarafı felç olmuştu.

– Öldür beni, ne olursun öldür beni – diye hayatında ilk kez birine yalvarıyordu kurt.

Talebini dikkate almadım ve onu tedavi etmeye başladım. Her gün beni aynı sözlerle karşılıyordu:

– Öldür beni… Bu dünyadan haysiyetimle gitmeme yardımcı ol bana…

İyileşmeyeceğini biliyordum, fakat mesleğim gereği onun isteğini yerine getiremezdim.

Hayata küskün olduğu için onu öldürmemi istiyordu benden… Fakat oğulları geri gelebilirdi… O da onları affedebilirdi… ve bu şekilde daha uzun süre yaşayabilirdi.

– Umut…, umuda ihtiyacı var… bir kurt olsa bile… karakoncolosun bile bir umuda ihtiyacı var – diye düşündüm ve bir akşam gittim onun yanına.

– Yeni bir ilaç var – diye konuya direk girdim – Bir haftaya seni ayağa kaldıracak olan bir ilaç… sana söz veriyorum, iyileşeceksin… İşte, şişe burada…

İlaç şişesini onun başındaki masanın üzerine bıraktım.

– Fakat çok dikkatli olmalısın bu ilaçla… Kesinlikle bir kaşıktan fazla içmemelisin, Kurt… Tekrar ediyorum…, kesinlikle…! Beni duyuyor musun? Fazla alırsan ölebilirsin…! Kesinlikle bir kaşıktan fazla almamalısın Kurt…! Beni anladığını söyle, Kurt.

Karakoncolos sımsıkı sıktı elimi… Ve ben de hayatımda ilk defa bir karakoncolosun… Bir canavarın ve bir kurdun gözlerinde teşekkür ve minnet bakışları seziyordum.

Bir insanın gözlerinde hiç bir zaman göremeyeceğiniz bir teşekkür bakışıydı bu. Bunu sadece bir canavarın gözlerinde görebilirsiniz.

O akşam sabaha kadar hiç uyumadım, sabaha kadar yağmur yağdı… gökten kovadan dökülürcesine yağmur yağıyordu. Şimşekler peş peşe çakıyordu. Hayatımda hiç böyle bir fırtına görmemiştim.

– Gök yüzü seni gönderiyor karakoncolos…, Canavar…, Kurt… – dedim camdan dışarıya bakarak.

Muayenehanenin içinde dolaşıp duruyordum, karakoncolos hep gözümün önündeydi…

Tekrar çocuktum ve karakoncolos kafasını fıçıya sokup su içiyordu…

Tarlada çalışıyordu… Armut ağacının altında oturuyordu ve ağaç tekrar yeşermişti. Hocaya yaklaşıp elini omzuna koyduğunu da gördüm.

Dokuz tane oğluna nasıl baktığını gördüm. Ve onun için dünyada çocuklardan daha değerli bir şey yoktu o anda.

Hayatında bir bira bile içmedi… çocuklarının rızkından eksik etmemek için. Bir limonatanın tadına bile bakmadı.

Onun için önemli olan tek şey vardı, ailesi.

Ve şimdi tek başına ölüyordu…, orada bir yerlerde…, gece karanlığında…, fırtınada…

– Kurtlar her zaman tek başına ölür… Tek başına ve kendi acısıyla… Haysiyetiyle… Hiç bir zaman yardım aramaz ve istemezler…, yalvarmazlar…, Eğer yapabilirse ve bir nedeni varsa – yaşar. Bir nedeni yoksa – ölür. Ve hiç bir zaman sirkte oynamazlar…, Asla…, Ölür…, fakat oynamaz…, – diye mırıldandım kendi kendime. Hayatımın en uzun gecesiydi… Gece bitmek bilmiyordu…

Sabah oldu ve bulutlar hiç yokmuş gibi yok oldular. Güneş doğdu ve fırtınadan eser kalmamıştı. Yeni bir gün başlıyordu…

Yeni hayaller… Yeni Umutlar… birileri için… oralarda bir yerlerde…

Fakat karakoncolos için değil…

Koşarak gittim ona.

Sokak kapısının sonuna kadar açık olduğunu uzaktan görülebiliyordum… Evin avlusuna girdim… Evin kapısı da sonuna kadar açık vaziyetteydi…

Ali Kurt yoktu…

Bıraktığı izlerden onu takip ettik… Kurtlar her zaman izlerinden takip edilebilir… Geniş bir iz bırakmıştı… Dikkat etmemişti bu kurt… çamurda derin izler bırakmıştı… Ve izler… Mezarlığa doğru gidiyordu.

Yağmurun altında sabaha kadar sürünmüş çamurda… Fırtınada… Şimşekler bu yüzdenmiş… Yolunu aydınlatması için… Karanlıkta yolunu şaşırmaması için… Bulduk onu… Mezarında yatıyordu… soyunmuştu… kendini yedi metrelik kefene sarmalamıştı… Bizim cenazelerimizde yapıldığı gibi… tabut yok… Hiç bir şey yok… bu dünyaya geldiğin şekilde geri gidiyorsun. Bir parça kumaşa sarılmış vaziyette, bizim de daha sonra dönüşeceğimiz toprağa daha yakın olabilmek için.

Mezarın başında kurda vermiş olduğum şişeyi buldum. Bir kaşıktan fazla içmemesi gereken şişeydi bu, şişe boştu. Cenazeye tüm köylüler geldi… ve herkes ağladı… Oğulları da geldi… Cenaze namazı için sıraya girdik… son dua için… merhumun ruhu için… karakoncolosun… canavarın ruhu için. Cehennemin dibinden gelen iblisin ruhu için…, onu affetmemiz için…, Hayatı boyunca yaptığı tüm kötülüklerini affetmek için.

Hoca öne geçti.

– Ali Kurdu son yolculuğuna uğurlamamız için buradayız – dedi.

Hoca artık korkmuyordu ondan ve gözleri dolmuş vaziyetteydi.

– Merhumun son bir dileği var… – dedi hoca.

– Merhumun bu son dileğini yerine getirince, cenaze namazına devam edebiliriz – herkes sessizce hocanın söyleyeceklerini bekliyordu.

– Ali Kurt cenaze namazında… ve son yolculuğuna uğurlanacak olan cenaze töreninde oğullarının yer almasını istemedi. Onlardan helallik istemiyor, onlardan hiç bir şey istemiyor. Onlardan hiç bir zaman hiç bir şey istemedi. Şimdi de istemiyor. Lütfen burayı terk etsinler. Bu kurdun son dileğidir.

Cenaze namazına ondan sonra devam edebiliriz – diye tamamladı hoca.

Oğullar başları eğik vaziyette safları terk etti.

Cenaze namazı başladı.

– Hakkınızı helal ediyor musunuz ?

– Ediyoruz…

– Hakkınızı helal ediyor musunuz ?

– Ediyoruz…

– Hakkınızı helal ediyor musunuz ?

– Ediyoruz…

– Karakoncoloslar bu şekilde ölüyorlar… O yüzden artık kalmadılar… Hepsi öldü… Mekanın cennet olsun Karakoncolos… Canavar… Kurt…- diye fısıldadım ve bir avuç toprak attım mezarına.

Türkçe Çeviri: Necati Gunes
Resim: Türkiye Kültür Portalı