Yazı: Mustafa Bayramali
Seyhan dede karısı Ürküş ninenin Allah’ın rahmetine kavuşmasından sonra mekanı köy kahvehanesi oldu. Zaten kahvehanenin devamlı müşterileri de onun kuşaktan on kadar yaşlı kişilerdi. Burada müşterilere kaymaklı nefis Türk kahvesi sunulduğundan onların durak yeri burasıydı. “Gönül ne kahve ister ne kahvehane. Gönül sohbet ister, kahve bahane” dememiş mi atalarımız? O sıcacık nefis içeceği ağır ağır yudumlarken sohbetlerin sanki sonu gelmeyecekmiş gibiydi.
Onlar buraya sabah saat on sularında toplanıp masaya oturan, Tulin hanımın getireceği kahvesini beklemeden, hemen söze başlıyordu.
Bu sabah da Seyhan dede, her zaman olduğu gibi, içeri ağır adım ve kabarmış koltuklarla girdi. Oturmasıyla başındaki kasketini iki eliyle başına sıkıca yerleştirdi. Birkaç kez gırtlağını temizledi ve söze başladı:
– Gene kız beni gece yarısı uyandırdı. Uyku bu. Az kalsın telefonun sesini duymayacaktım. Hemen ahizeyi kaldırdım. Amerika’dan kızım Gülten. Önce halimi sordu. Sonra kendi durumlarını anlattı. Damat inşaat şirketi sahibi. Yeni bir ihale kazanmış. İşleri iyi. Kazançları daha da bollaşacakmış.
Torunlar okullarına devam ediyorlarmış. Gözden uzak olsalar da, gönüllerimiz yakın.
Bu sabah buraya gelmezden önce Sofya’da diş hekimi olan oğlum Gönül de aradı. O da halimi sordu. Kızı, yani torunum Gülseren, üçüncü ders yılının son sınavlarını başarıyla almış. O da babası gibi diş hekimi olacak. Yaz tadilinde dedesini görmeye gelecekmiş. “Gelsin” dedim. “Emekli maaşım 220 leva olsa da ben onun buradaki harçlığını ayırdım” diye söyledim. Ne yapalım. Torunlar seviliyor. Aştan, dişten artırıp onu başkalarını eline baktırmıyorum.
Bir ara Kambur Yusuf’un canı sıkıldı.
– Seyhan dede, dur bakalım. Bize de sıra gelsin. Sen her sabah bozuk gramofon plağı gibi ötüp duruyorsun. Bir kızının kazancından, bir oğlunun çıkarından konuşuyorsun havalı havalı.
– Hadi sustum öyleyse. Ben çocuklarımı övmüyorum. Size gerçekleri anlatıyorum. Onlar gibi yoktur, bu dünyada, dedi ve sustu. Fakat gözlerinin içi gülmeye devam etti.
Çehresindeki sevinç ifadesi daha da belirginleşti. Kalbinin heyecanlı vuruşlarını sanki yanındakilere de sezdiriyordu.
Hepsinin derdi başka başka, katmer katmer. O konuştu, bu konuştu, öğle oldu. Kalkacak zamanları geldi. Yarın sabah yine buluşmak dilekleriyle ayrıldılar.
Vaktinde burası pastaneydi. Uzayıp giden demir yolunca gelip geçen trenler burada duruyordu. Vagonlardan
inen oluk oluk insan seli dağlara uzanan patikalarca ak badanalı evlerine doğru gülüş cümbüş, memleketlerine kavuşmalarının sevinciyle etraf köylerin yolunu tutuyordu. Çoğunun torbaları kazandıkları parayla çocuklarına aldıkları hediyelerle doluydu.
Gelenler evlerine acele ediyordu. Pek pastaneye uğramıyorlardı. Sadece gurbet yolcuları treni beklerken vakitlerini orada geçiriyor, bir şeyler yiyip içiyorlardı. Trenler sık olunca, inen binen bol oluyor, pastane de kazanıyordu. Zaman geldi trenler seyreldi, insan seli kalmadı. Vagonlar bomboş dolaşmaya başladı, demirler üzerinde. Müşteriler azaldı. Pastane istasyonun üst tarafında olan köydeki dedelerin mekanı, adı da Emekli Kahvesi oldu.
Zaman su gibi akıp geçerken Seyhan dedenin kahvedeki yeri boşaldı. Arkadaşları, dostları sorup soruşturdular, hastanede olduğunu anladılar. Aralarında anlaşıp ertesi gün kahvelerini içtikten sonra, ziyarete gitmeyi kararlaştırdılar.
Gidecekleri sabah kahveye oturdular, bir de ne görsünler Seyhan dede çıkmış geliyor. Kambur belle gelip, yanlarına oturdu. Bet beniz kalmamış, boyunu bükülmüştü.
– Söyle bakalım, be komşu, ne oldu? Hastalığın, ağrın nedir? İnsan bize haber etmeden, hastaneye yatar mı?!
– Hiç sormayın. Gece yarısı bir kriz tuttu. Acile haber ettim.
Apar topar alıp götürdüler. Muayene ettiler. Kan, idrar tahlili yaptılar. “Prostat, ameliyat olman gerek” dediler. Doktor parası da 2000 leva. Şaşırdım, ne yapacağımı bilemedim. Ben nerede bulurum bunca parayı?! deyip sustu.
Yanındakiler birbirine baktı, omuzlarını kısıp sustular. Ortaya derin bir hüzün, anlatılması zor bir sessizlik çöktü.