Kitabın Ön Sözü:
“Her insan gibi altmışı geçtiğimde ben de arkama bakmayı kendime bir borç saydım. Ve ne gördüm? Hayatım hep ‘iki’ rakkamı çizgisinde geçmiş.Örneğin:iki yöre olan Deliorman ve Dobruca arasında yaşadım.İki siyasi sistemde geçti hayatım şimdiye dek:sosyalizm (komünizm) dedikleri rejimde ve şimdiki demokratik düzende.Üstelik 20-ci ve 21-ci iki asırda. Daha doğduğum gün başımı yine bu rakkama vurmuşum.Asıl doğduğum tarih yirmi dokuz Şubatmış. “Hayır” demişler. ”Akşam üstü doğdu. Alaturka saatiyle artık bir Mart”. Muhtarlıktaki katip ise “Peki, bir Mart olsun, aksi takdirde dört yılda bir doğum günü kutlar” deyince iş hepten dolaşmış. Rahmetli babama: ”İsmi ne olacak?” sorulunca “Tabi ki, dedesinin adını taşıyacak, yani Habil olsun” demiş hiç düşünmeden. Böylelikle adım Habil olmuş. Yani Adem Aleyhiselamın oğullarının birinin ismini alıvermişim. Kaderim onunkine benzeyemedi tabi. O, kardeşi tarafından öldürülmüş ve böylelikle ölen ilk insanoğlu olmuş. Ben ise bu dünyadan göçenlerin ne birincisi,ne de sonuncusu olacağım.
Dedim ya, doğumumdan sonra başka başka durumlara düşmüşüm. Küçüklüğüm hastalıklarla başlamış. Bir gün annemin ağabeyi hafız Mehmet babama: “Rasim,bu sizin çocuk adını çekemiyor. O, dünyaya adıyla beraber gelmiş. Yani Cuma akşamı doğduğundan isminin Mümün olması gerekiyor.” Hemen ebeveyinlerim harekete geçivermişler. Bir gün köyümün imamı kulağıma üç kere “Mümün” demiş ve böylece adım yakınlarım, tanıdıklarım arasında Mümün oluvermiş. Ama kimsenin aklından bile geçmemiş ki, kütükte yazılanlar bozulmuyor. Onbeşimi doldurunca, daha doğrusu sekizinci sınıfı bitirinceye dek bana kimseler bu durumu anlatmamıştı. Ne yazık ki, iki ismim de yürürlükte kaldı. Daha dört-beş yaşındayken öğrendim ne demek olduğunu komünist rejimin. Babamın demirci ve araba işliği vardı. Etrafta iyi bir usta gibi de anılmaktaydı. Zaten zanaatı da dedelerden kalmıştı. Köyün ileri gelenleriyle Dulovo ilçe (okoliya) yönetmenleri ve onlara eşlik eden milisler babamın yalvarmasına,gözyaşı dökmesine rağmen,işlik kapısını kırıp tüm aletlerini yeni TKZS adına gaspettiler. Babamın kalbi adeta vurulmuştu.
O günden sonra onun için acı günler başlamıştı. Karşı mahalleden geçip, ‘topraklık’ yanından aşağa inip,bağlık kulağını aşıp,o zamanlar Doğrular’la-Çiller arasında bulunan iri armudun altından geçen yolu (pıtekayı)akşam-sabah geçmek zorunda kalmıştı.Bunun da bir tek sebebi vardı: kendi köyündeki işlikte bulunan aletleriyle karşılaşmamaktı. Bu güzergah da rejim gibi acımadan babamı yormuştu ve sonunda onu yatağa bağlamıştı. Hastalığına verem dendi, belki de kansermiş. Son şifasını aradığımız doktor Okorş (Rahmanaşıklar) köyündendi. Dünkü gün gibi hatırlıyorum. Babam soyunma odasında giyinirken doktor anneme: ‘Bak gelin! Kocan dermansız derde mahküm, onun kapkacağından,yani bir yerde yemek yemeyin’deyiverdi. Bunu işittiğimde küçük çocuk da olsam çok üzülmüştüm. Eve döndüğümüzde hiç unutmam annnem ayrı ayrı yerlere domates biberden turşusu koyuverdi. İşi sezince babam önümüzdeki sahanları kavramasıyla koca cevize fırlatması bir olmuştu ve anneme dönerek: ‘Demek ki ben öleceğim, siz ise yaşayacaksınız’ diyerek ağlamaya başlamıştı. Annem dayanamadı ve yine ortaya bir çanak koyuverdi. Çok geçmedi, babam aramızdan ebediyen ayrıldı. Biz ise yaşamaya devam ettik…
Sonraları öksüzlük, fakirlik, çileli bir hayat serüveni… Birinci sınıfta Türkçe dersler okuduk. Köyümün gelmiş geçmiş öğretmenlerinden birisi olan Nejdet Goleş’di ilk öğretmenim. Ne yazık ki o da rahmetli oldu genç yaşta. İkinci sınıftan itibaren dersler Bulgarca oldu. Sadece Alfabe ve Gramer kalmıştı anadilimizde. Öğretmenimiz gizlice “Bu,Türkçemizin sonunun başlangıcıdır” demişti. Maalesef doğruymuş. Sonradan anlayabildik ne demek istediğini. Dedim ya,sefalet yakamızı bırakmıyordu. Çalışkan öğrenci olduğumdan hamdolsun okul yönetmenliği ve muhtarlık durumlarına göre bana yardımlarını yapıyorlardı. Yeri gelmişken, merhum biraderim Ercan’ı ve ailesini anmadan geçemeycem. O zamana göre onların maddi durumu iyi sayılırdı. Çantasına ne koysalar ikiye bölerdik. Öğlenleri,ders paydoslarında çok defa onlarda doyururdum karnımı. Fakirliğin simgesi olan yedi yamalı şapka taşırdım. Çitten çime çitenle saman taşıyarak inek bakan bendim. Neyse, on ikisinde çileli hayat canımıza tak dedi.Annemin yeniden ev bark edinmesine destek oldum. Bundan önce de köy içinde de bir deneme yapmıştık, ama iyi sonuç almamıştık. Annemle bir kış günü doğduğumuz, sevdiğimiz Deliorman köyümüze elveda diyerek Dobruca’nın birinci köylerinden olan Bosna’ya yerleştik. İkinci baba demeye yakıştıramıyorum, Hamza babam kendi oğlu gibi baktı bana diyebilirim. Üstelik beni şımarttı bile. Ondan dolayı belki de eğitimimle ilgili önemli yanlışlıklar yaptım. Daha sonra adam gibi adam olmaya çalıştım. Oldum da diyebilirim. Köyüme, topluma elimden geldiği kadar yararlı olmaya çalıştım. Deliorman’la Dobruca arasındaki yaşamdan başka bir de her Bulgaristan Türkü gibi iki pasaportlu bir hayat yaşadım.
Özvatanımız Bulgaristan’da kırk beş yıl boy gösteren rejimin bizlere karşı beslediği nefret türlü türlü insanlık haklarını kısıtlamalarıyla başlamıştı. Bu hemen başka heveslere,sevgilere ve umutlara yelken açmıştı. Bulgaristan Türkleri hemen ceplerine bir başka pasaport koymalarına mecbur olmuşlardı. Asıl vatanlarında,doğduğu büyüdüğü yerlerde bir çivi çakmayı bile yöneticiler yanlış görmeye başlamıştılar. Espiriyle de olsa,bir inşaatın kurulduğu anda yanından geçerken ‘Kolay gelsin’ diyeceğimize “Türkiyecilik olacak,niye kuruyorsunuz?” demeye başlamıştık. Çok geçmeden kimilerimiz o özlemi de tattık. Ama nedense,yine bu topraklar çekti çoğumuzu gerisin geriye. Sebebini sorarsanız,bunu herkes kendi kendine yorumlar.
Soyum Bulgar olmadı hiç bir zaman. Evet, Bulgaristanlıyım ezelden… Bilmelisiniz, memnunum soyumdan, doğduğum ve yaşadığım bu yerden… Ona kadar saydım başlayıp birden Ana baba sözleri aktı dilimden Öğretmenimdi dili ilk sevdiren… Türkçe sözleri ben öğrendim ilkten. Sonra beş yıl karanlığa büründüm Demokrasiye kavuşunca hemen Aydınlıklara göz açtım yeniden. İşte bilgili, kültürlü, ve hürüm. Ben de ailemle beraber doğduğumuz, yetiştiğimiz yere döndük. Ecdadımızın bizlere yadigar bıraktığı yerlere. Ne yazık ki sevgili annemi İstanbul’un bir kıyı mezarlığında ebedi evini yapıpta döndüm. Annemin tarafından zaten Bulgaristan topraklarında dedelerimin hiç birinin mezarı olamamıştı bu güne dek, kendileri bu topraklara ait olmalarına rağmen. En büyük dedem Kırım harbinde şehit düşmüştür. İsmi İsa. Onun oğlu Mehmet dedem Mekke’de hacılıkta ölmüştür. Hacı Murat’sa (annemin babası) Romanya’nın Basarabya yöresinde esir olarak ölmüştür. Annem dediğim gibi o zorunlu göçün kurbanı olmuştur diyebilirim. Belki bunun için de olacak ki, mezarlıklar beni çok sıkarlar. Ölümden korkmam. O Allahın takdiridir. Belki yakınlarımın mezarları olmadığındandır? Babamın da bir dikili taşı bile kalmadı. Ölen kardeşimin de aynen. Doğduğum köyün yönetmenlerine başka yer bitmiş gibi TKZS-nin tamir atölyesini mezarlık üstüne kurulunca eski kabristan yokoluverdi… İkircimli yaşadımsa da sevgi kurallarından hiç çıkmadım. Ailemi (eşimi, biricik kızımı, damadımı ve torunlarımı) sevmem gibi. Vatanımı, yörelerimi, doğduğum ve yaşadığım köyleri sevdiğim gibi. İnsanları bir başka sevdim. Allahın yarattığı her canlı ve cansızı da sevdiğim gibi. ‘Milliyetçi’ dediler. Bense köyümde yurdumun başka yerinde görülmemiş ‘Irklar arası hoşgörü’ şölenleri düzenledim. ‘Vatan haini olabilir’ diye yazıldı vasıflandırma belgelerinde. Bense vatan sevgisi üstüne şiir ve öyküler yazdım. Ben sadece, Ben oldum…
ALLAHIMA HAMDOLSUN MÜSLÜMANIM TÜRKOĞLU TÜRKÜM BULGARİSTAN’DA DOĞDUM-BULGARİSTANLIYIM HER HALİMLE MUTLUYUM!
Kaynak: Bizim Gazete