Durhan Ali, Mart 1952 yılında Kırcaali’ye bağlı Kostino (Kemikler) köyünün dağ başındaki Hacı köy mahallesinde doğdu. Çocukluğu oradaki keçi yollarında geçti. İlk ve orta öğrenimini köyünde tamamladı. Lise eğitimi aldıktan sonra Devlet Demiryollarında hareket memurluğuna ilişkin kurslardan geçerek 38 yıllık bir hizmet sonucu emeklilik hakkına nail oldu. 1970 yılında ilk şiirini Kırcaali de yayınlanan “Yeni Hayat” gazetesi sayfalarında görünce, şiire sapasağlam sarıldı. Başkentte çıkan “Yeni Işık”, “Yeni Hayat” ve demokrasi döneminde “Zaman”, “Hak ve Özgürlük” kapılarını açtı. Halen de “Kırcaali Haber” gazetesinde hizmet vermektedir. Zamanla kaleme aldığı eserlerini toplu, kitaplaştırılmış halde okurlarına sunma niyetine girdi. Kitap dünyasında ilk adımını “Gebe Bulutlar” la attı. Yıl 1996. Kırk sekiz şiirini içeren 64 sayfalık bu kitapcağız müellifine uğur getirdi. Bunu bir yıl sonra “Samanyolu” derlemesi ve 2010 yılında da üçüncü derlemesi “Sonbahar Rüzgarı” takip etti.
Durhan Ali daha ilk kitabıyla özlü bir Rodop Türk’ü olduğunu, babasının tavsiyesi üzerine dürüst bir adam kalarak kendi sularında yüzmeyi öğrendi her şeyden önce. Halkına hizmet etmeyenin, onun acı ve ağrılarının, sancılarını, sevinç ve heyecanlarını yansıtamayan yaratıcının kalemi tez körelir. Durhan böyle bir bunalıma meydan vermedi. Bilakis, Bulgaristan Türkünün nüvesinde neşet ettiğini gösterdi.
Birinci kitabının ilk sayfasındaki İstanbul’da iskan eden kızları Reyhan ile Semavere ithaf ettiği “ Gebe Bulutlar” şiiriyle cesaretle Bulgaristan Türkünün sorunları burgacına atılmaktadır. 1989 yazısında totaliter rejimin neden olduğu “ Büyük Gezi” bir hayat fırtınasıdır. Doksan Üç Savaşının ilk günlerinde olduğu gibi, şimşekler öyle çaktı, yıldırımlar öyle saldı ki, hemen hemen tüm Türk aileleri perperişan oldu, yıkılıp gitti. Onun içinde şair:
“Bağrımın dağlarından
Hayat fırtınası kopardı sizi
Bir taş gibi yuvarlandınız
Ümitlerimin ufuklarından.” Diyor.
Sonra köyüne ve köylere döner. Çiçeklerin sorusuyla yüz yüze gelir. Bu defa köy avlularında erguvanların açılışına sevinecek insan yoktur. Tüm çiçekler tütün kınalı eller değmeden solup geçerler. Sağına bak, soluna bak yalnızlık, bir ıssızlık. Telefonlar dahi bu sessizliği bozmuyor. Bir zamanlar Bulgaristan Türkünün sadık evladı, genç yaşta canına kıyılan şairimiz Recep Küpçü bu vatanın yabancısı olmadığını, onun hakiki evladı olduğunu dile getirmişti. Durhan Ali bunu bir başka biçimde dile getiriyor.” İçtenlik” şiirinde:
“Mezar taşlarım
Yabancı mermerden değil
Köyümün başucunda şahinler yuvalandığı
Yeşil yosun tutanlardan olsun…” diyor.
Bundan daha anlamlı samimiyet, doğup büyüdüğü yere bağlılık nasıl olur? Şairin gençliği “Midye kabuğu içinde…” geçer, kimliğini elindeki sigarasına sorar, sigaranın boynu büküktür, bakışları kül tabağına mıhlanır. Kitabın 31. Sayfasında “ anasını unutmuşlarla” hem fikir olmayan ve 1 Temmuz 1996 tarihinde “ Özlemler İçinde Dünyalarım” şiir güldestesine sevinemeden aramızdan ayrılmış olan şair Mümin Bekir’e adanan “İthaf” şiirinden de anlıyoruz ki, nice aydınımız, şair ve yazarımız üniversite mezunu olmalarına rağmen vakitsiz nafakalarının kurbanı olarak aramızdan ayrılıp gitmişlerdir. Yeri gelmişken belirtelim ki bir Riza Molla, bir Recep Küpçü, bir Halim Halilibrahim, bir Ali Kadir, bir Mehmedali Oruç, bir Faik İsmail hep aynı yolun şehitleridir.
“Gebe Bulutlar”da yer alan son şiir “Bir Köyün Öyküsü” başlığını taşıyor. Şiir beş bölümden oluşmuş. Gariban köylü ikinci bölümünden “Burda yaşamak galmadı gardaş” diyor. Üçüncü bölümünde “ Yüzyılların ardından gelen- Türk varlığımız bu topraklarda – Bir meşaleydi – Zorunlu yüklü kervanlarda…”Büyük seyahat” sıralanıyor da sıralanıyor. Çünkü Osmanlılar zamanında “ Türkleştirilmiş Bulgarca güney – doğuya dönmezliğin yolu gösterildi. Sınır dışı edilen “ turistlerin” büyük bir kısmı bir el çantası ile, birileri bir bavulla gözyaşlarını döke döke terk ettiler varımızı yoğumuzu hesap ettiğimiz bu diyarımızı. Daha sonra katar katar sıralandı tirenler Boğaz içine doğru. Ne oldu?.. Güya, Türk değillerdi, Bulgaristan da Türk yoktu… Özellikle minicik Rodop köyleri kimsesiz kaldı. Bir yazda ekonominin belkemiği kırıldı, hala da bunca yıl sonra kendini toparlayamıyor… Durum böyle olunca şair zamanıyla, insanıyla yaşamakta, haşir neşir olmaktadır.
“Samanyolu” derlemesine gelince, şair o ana kadar yapılanla yetinmemekte, bilakis, ”Akıp giden yaşamın anlamını” aramaya devam etmektedir. Durhan, “Yolcu” şiirinde olduğu gibi, annesini ve onun atalarımızdan miras kalan ev fırınında pişirdiği ekmeği bıçakla kesmeyi değil, eliyle parçalamayı sever, hatta kuru da olsa ananın ekmeği hiçbir şeyle değiştirilemez. Yaratıcı kimliğini unutmamak, aslında uzaklaşmamak için dedesinden kalma tütün tabakasını dahi tarihsel, kültürel bir miras olarak korumaktadır. Şairin son arzusu da mezarının bu topraklarda, atalarının yanında olmasıdır. Bu da “ ben bu toprakların ebedi evladıyım” demektir. Nerelere de gitse, son durak, son mekan Rodoplardır Durhan Ali için.
Şairin alicenaplığını, geniş kalpliliğini, hoşgörürlüğünü “Bacım” şiirinde buluyoruz. O diyor ki, bacısına dönerek:” …Sırtımızdaki cop izleri /hala sızlasa da /Ne olursun bacım/Oğlunu polis ile korkutma/Ko oynasın gece kadar/komşu çocuklarıyla.” Bu topraklarda Bulgarlarla Türklerin hep beraber yaşamaları gerekliliğini fısıldamıyor mu? Yarınki günlerin dostluğu bugünden doğmaktadır.
Durhan’ın şiirlerinde ana hatlardan birisi yalnızlıktır. Hatta bazı hallerde aynanın karşısında yalnızlığını gidermek ister. Yalnızlığın kanıtı olarak:
“Bu gece nöbetteyiz /Ben, sigaram,/söndürüp yaktığım lamba/inadına susan telefon” diyor.
“Sonbahar Rüzgarı”nda Durhan Ali’yi daha olgun, daha dolgun buluyoruz. Bu derlemede 67 şiir, bir de benim öğrencilerimden Haşim Semerci’den kısa bir Ön Söz yer alıyor. Haşim Semerci’nin de belirttiği gibi, Durhan Ali azınlığımıza hizmet aşkıyla yanan aydınlarımızdan biridir. Kitap hakkında “ Hafif bir esinti değil, tam bir rüzgar” diye nitelendiriyor bu yeni eseri. Editör devamla:” Her Rodoplu kendini bu kitabın içinde bulabilir-çocukluğunu, gençliğini, olgunluk çağını, heyecanıyla duygularıyla. Dağ köyleri, keçi patikaları, kır çiçekleri, güvercinler, dağ insanı, onun umutları, aşkı sevdası, sevecenliği unutulmaz bir iz bırakacak okuyucunun zihninde.”
“Sabredin Yollar” şiirinde saçlarının beyazına yaşının sorulmasını istemez, çünkü kendini hep öyle genç ve yirmisinde olduğu gibi dinç hissetmektedir. Buraya alınan şiirlerin bazıları diğer iki derlemeden aktırılarak tekrarlamaktadır. Bu şairin hakkıdır. Bundan şair kazançlıdır. Çünkü güldestesi bunlarla daha büyük bir bütünlük ve dolgunluk göstermektedir. 22. sayfadaki “ Dünya” başlığındaki kısa şiir gayet dikkat çekici, ibret alıcıdır. Dünya dönmesine devam ediyor. Biz istesek de onu durduracak güce sahip değiliz. Sonra şair dediyse, atalardan miras edindiğimiz bir ifadeye anımsatırcasına, dünyanın iki kapılı bir han olduğunu yansıtırken, “ Giriş kapısını çalanlara/”Hoş geldin!” /Ötekisinden çıkanlara/ Bir adam boyu uzun/ Bir göğüs derinliğinde/ iki taşlı adresiz bir mezar…” derken dünyanın fani olduğuna değil de, bizim bu dünyada geçici bir zaman için misafir olduğumuzu gayet müsterih bir biçimde dile getirmiş oluyor.
Oğlu Barış’a hasrettiği “İstek” şiirinde şairin hayat felsefesini, insan severliğini, iç dünyasının temizliğini buluyoruz. O, bir an için bari dünyayı sıcak avuçlarının içine alarak bomba seslerinden uzak, üzerindeki çiçeklerin sabah çiğinde yıkanmış tertemiz olmalarını, rengarenk dünyaya güzellik serpmelerini arzulamaktadır. Görüş felsefesinin devamını “ Dilek” şiirinde sürdürüyoruz. Şair odasında çiçek bulundurmaktadır. Çiçekleri saksılarda yetiştirmek bir nevi onları hapsetmek anlayışıyla baş başa veriyor. O, geçim sıkıntıları içinde kıvranan hamalı da unutmuş değil.” Bugün alacağı para /Eve varmadan eriyecek/ Cebinde faturalar var ödenecek.”
Durhan kalemdaşımız masa dostluklarına katılan “dostlar”ı da nazikçe iğnelemektedir.” Dostlarıma” şiirine bir göz atalım.
“Garsonla ödeşme sırasında /Cebine ilk saldırırken/ cömertliğinden herkes tok/dostluğun süperiydi/ Dün yatağa düşmüş yolcu /Gidip hal- hatırını bir soran yok…”
Biz Rodop çocukları gibi, o da hasır üstünde emeklemiş, dizleri nasırlaşmış ve büyünce de oradan hayata seslenmeye başlar. Kaleminin ustası diyebileceğimiz Durhan Ali sonbahar rüzgarlarından hoşlaşmaz. Zaten kim hoşlaşır ki… Çünkü sonbahar rüzgarları şairin tüm sevdiklerini ondan alıp götürmüştür. Nihayet o sıra ne zamansa birer birer bizlere de gelecektir. Ve oradan haber gelince, iş bitmiştir. Ve, o yüzden de şair gücü yetmiş olsa mevsimleri üçe indirecektir. Sonbahar rüzgarlarının önüne ebedi bir set çekecektir…
“Yosun Kınası” şiirinde olduğu gibi, soğuk taşta bile sevgi arayan bir ozanımızdır Durhan Ali. Taşın bile kalbi olduğunu ve o kalbin sevgiyle dolu olduğunu savunmaktadır. Taşın kalbi olmasa, onu her mevsimde yeşil yosunlar sarmayacaktır.
Uzun yolculuğun Musalla taşında, iki metrelik mezar başında bittiğini de hayatın gerçekleriyle kaynaşmak demektir düşüncesini sizlerle paylaşmanın Mutluluğuyla şair dostumuza uzun ömürler ve daha nice nice semereli yıllar dilemekteyiz.
Durhan Ali şiir kitabına bir başka güzellik getiren, gönülleri mest eyleyen renkler veren ünlü ressamımız Kamber Kamber’i de hep böyle yaratıcılarımızın eserlerinin dünya yüzü görmesinde beraber olmasını diler ona yeni yeni başarılar temenni ederiz. Bulgaristan Türklerinin edebiyat ve sanatının nesillere miras edindirilmesinde hep beraber olalım, el ele verelim kimliğimiz adına!
Yazı: Sabri Alagöz
Kaynak: turksad.com