Bağlantı haritası Anasayfa » BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN HAYATINDA BASININ YERİ VE ÖNEMİ

BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN HAYATINDA BASININ YERİ VE ÖNEMİ

(Bildiri)

Gazeteci-yazar: Mehmet Alev-Kocamustafa

Değerli arkadaşlar,

Şahsıma atfedilen konuya girmeden önce, şu gerçeğin altını çizmekte yarar vardır, diye düşünüyorum. “Bulgaristan’da Türk varlığı!”

Zaten, meselenin aslı astarı da budur: Bulgaristan’daki Türkler! Zira, biz, Türkler, yoğun olarak, yaklaşık 150 yıldan bu yana, bu ülkede bir nişan tahtasına dönüştürülmüş vaziyetteyiz. O halde, eğer, bugün, Bulgaristan’da Türk var, diyorsak, onların gazete ve dergileri, kitapları, radyo ve televizyon yayınları da olmalı, ya da olacak!

Önce, bu topraklarda, evvelden ezelden Türk varlığını, delillere dayanarak açıklamak, aydınlatmak gerekiyorsa, muhakkak, tarihin labirentlerine girmemiz gerekmektedir.

Zira, öncelikli olarak, resmi güçlerden destek alan, arkalarında devlet kurumları olan bir hayli bilim adamı, tarihçiler, Bulgaristan’daki Türk varlığını, oldum olası, Osmanlı fetihleriyle ilişkilendirmeyi yeğlerler. Onlara göre, bu coğrafyaya Osmanlı orduları girer, girmez Türk boyları, ardı, arkası kesilmeksizin akın etmişlerdir. Bu, akın akın Balkanlar’a gelişler, göçler kimi zaman gönüllü, kimi zaman zorunlu, birçok hallerde de sosyo-ekonomik nedenlere dayalı olmuştur.

Oysa, tarihlerin aslı, gerçeği, katiyetle onların çizdikleri, göstermeye çalıştıkları gibi değildir. Tek sözle, 1350’li yıllara, Osmanlı fetihlerine kadar bu topraklarda Türk varlığı uluorta bir realitedir.

Dolayısıyla, Türk kökenli gruplar, topluluklar bu coğrafyaya, Balkanlar’a kuzey yollarını takip ederek, Milat’tan önce inmeye başlamışlar ve imkanlar elverdikçe, sürekli yerleşime de geçmişlerdir. Bunlar arasında kimler yoktur? Hunlar, uzlar, utugurlar, kuman-kıpçaklar, tatarlar, türkler…Bu grupların birçoğu, mevcut Bizans (Romalılar) hakimiyetleri ile savaşmış, kimileri onlara, düşman olan güçlere karşı koymada yardımcı olmuşlardır. Bazıları dillerini ve bir önce taptıkları ilahileri unutarak, topyekün hıristiyanlığa geçmişlerdir. Kumanlar’ın 1320’lerdeki yayınlamış oldukları bir küçük ölçekli sözlükteki kelimelerin hemen hemen tümü Türkçedir.

Türk soylu toplulukların Balkanlar’a kuzeyden inişini, Batılı bilim adamları da defalarca vurgulamışlardır. Bu olguya son yıllarda, Bulgar asıllı bilim adamları da göz yummamaya başladılar.

Demek ki, sözkonusu Bulgaristan’da Türk varlığını sadece Osmanlı İmparatorluğu’na bağlamak bilimle bağdaşmamaktadır.

Dahası var: Şeyh Bedreddin’i, Bulgaristan’da az çok her kitap karıştırmış olan bir Türk bilir. Tarihimizin bu ulu kişisi, 1410’lardan sonra, Deliorman ve civarında yandaşlarıyla beraber Osmanlı hakimiyetine karşı geniş çaplı isyanlara öncelik eder. Bir normal akıl fikir yürütelim. Bulgaristan’ın fethi kısa bir zaman önce tamamlanmış sayılır. Bu isyanlar, ayaklanmalar ne anlama geliyor? Henüz yeni toprak sahip olanlar, Anadolu’dan gelir gelmez niye Osmanlı varlığına karşı koysunlar?

Maalesef, Bulgarca yayınlanan tarih kitaplarında ısrarlı bir şekilde araştırmalarıma rağmen, bugüne kadar bu konuyla ilgili tatmin edici bilgilere ulaşamadım.

Demek ki, Bulgaristan’da, Bulgar tarihçilerinden çoğunluğunun iddialarına göre, bu ülkedeki Türk varlığı, Osmanlı fetihleri ile başlamış, 1877-78 Rus-Osmanlı Savaşı’ndan sonra, büyük ölçülerde ayakta duracak hali kalmamıştır…

Ne var ki, biz, bu iddialara rıza göstererek, elimizi kolumuzu bağlayıp hareketsiz kalamayız. Biraz önce de vurguladığımız gibi, Bulgaristan’da Türk varlığı, Milat’tan önce yüzyıllara ulaşır. Baştaki hakimiyetler, Traklar, Romalılar, Bizanslılar, Latinler, Bulgarlar, Osmanlılar ve yeniden Bulgarlar bu topraklarda devlet kurmuşlar, mevcudiyetlerini esaslı kurallara, kanunlara bağlamışlardır. Ecdatlarımızdan tutarak, günümüze kadar bir hayli insanımızın yuvası, yurdu da bu yerler, bu topraklar olmuştur. Bu gerçek asla unutulmamalıdır!

Konumuz itibarıyle, önümüzdeki sayfalarda da göreceğiz ki, basın alanında uğraşı verenler, gazeteci ve yazarlar, yüzelli küsur yıldan beri bu yuvalara, bu yurda sapasağlam sarılmamız için ellerinden geleni yapmış ve yapmaktadırlar.

Osmanlı hakimiyeti sürüp giderken, karşımıza ünlü gazeteci ve yazar olarak Ahmet Mithat Efendi çıkmaktadır. 1844 yılında İstanbul’da doğan yazar, Niş’te Ruştiye tahsili alır, birhayli zaman Vidin’de ikamet eder, daha sonra da Ruse (Rusçuk) kentinde devlet memurluğu sırasında, Balkanlar’da ilk Türkçe Tuna gazetesinin muharrirliğini üstlenir. 1865 yılında hem Türkçe, hem Bulgarca olarak yayınlanmaya başlayan bu gazetenin dili, o zamanlara özgü aşırı ağdalı bir dil değil, büyük ölçüde yalın, halkın anlayabileceği bir üsluptadır. Gazete, her yayın organında olduğu gibi ilk karesinde, ilkelerine, amaçlarına yer verir. Bu gazetenin hedeflerinde de “bilimin ve sanatların ışığını” insanlara ulaştırmak olacağı vurgulanır. Tek sözle gazete, “tüm toplumu başarıya, selamete götürecek, ahlak seviyesini yükseltecek” görevler üstlenmiştir. Tuna’nın baskısı, kaliteli kağıda yapıldığı için, o yıllarda herkesin satın alma imkanı yoktur ve ona göre, toplu halde, ortaklaşa okunur.

Aynı gazetenin Bulgarca sayfalarının düzenlenmesinde, meşhur Bulgar aydınlarından. Dragan Tsankov, Stoil Popov ve İvan Çorapçiyev gibi şahısların da emeği geçmiştir.

Tuna gazetesi, yarı resmi özelliği ile biraz önce belirttiğimiz gibi, halkı aydınlatma, bilgilendirme vazifesini üstlenerek, vali ile ahali arasındaki ilişkiyi sımsıkı bir hale getirmiştir. Mithat Paşa’nın valiliği, zamanına göre, onun ilerici bir siayaset adamı ve yönetici karakterinden yola çıkılarak, eğitime, ekonomiye, kültüre ve sosyal hizmetlere verdiği öneme haiz konular, sürekli bu gazete sayfalarında yer alır. Ayrıca vilayetin sorunlarına öncelik tanıyarak, onları kısa süre içinde sakinlerine ulaştırmayı kendine kutsal bir amaç haline getirir.

Bu meyanda Tuna gazetesi, kendini Avrupa’daki olup bitenlerden de uzak tutmaz. Bu devletlerdeki iktisadi, kültürel, siyasi gelişmeler ve hatta eğlence nitelikli yaşantılar da gözden kaçmamıştır. Ayrıca sayfalarında halkın Türklük duygularını körükleyici makalelere de yer verilir.

Gazete, 15 Mart 1865’ten 13 Haziran 1877’ye kadar 1172 adet olarak yayınlanmıştır.

Bu coğrafyada Osmanlı hakimiyetine son vermek için gelen “kurtarıcı” Rus ordularının ilk hedef olarak seçtikleri objeler arasında Tuna gazetesinin matbaası da vardır. Yanıbaşındaki hastane de bundan nasibini alarak, top ateşleriyle yerle bir edilir.

Ahmet Mithat Efendi’mize gelince, bir gazeteci, bir yazar olarak, bu tarihten sonra da”tekin” durmaz. Nereye giderse gitsin, nasıl görev üstlenirse, üstlensin kalem elinden düşmez. Bir ara ilerici bir yazısı yüzünden Namık Kemal ve arkadaşlarının gönderildiği Rodos’a o da sürülür. Bu ağır koşullarda yazarlığını sürdürür, eserler üretir. Öykü, roman, tiyatro, mizah, deneme türünde 200 civarında yapıtı vardır. Öyle ki, Ahmet Mithat’ın daha o yıllarda Balkanlar’da ve Anadolu’da Türk insanına gazete ve kitap okuma alışkanlığı kazandırmada büyük emeği geçmiştir.

Tuna gazetesi. tarih sayfalarına geçer geçmez, bu toprakları ikibin küsur yüz yıl mekan tutan Türkler, insanlık tarihinde eşi, dengi görülmemiş bir dram yaşayacaklar. Zaten, 1820’lerden sonra, Balkanlar’da, “Ruslar geliyor! Bu topraklara Ruslar oturacak!” şayiaları dört tarafı tutar. Zaten Batılı emperyalist güçler de, Osmanlı İmparatorluğu’na “hasta adam” teşhisi koyarak, bu yöreleri Hıristiyanlaştırma, kendi hakimiyetleri altına alma hareketlerini çoktan başlatmışlardır.

Halkımızın, 1877-78 Rus-Osmanlı Savaşı’nı “Bozgun” olarak nitelemesi, en doğru ve en çarpıcı bir tanımlamadır. Bu savaş, hele Osmanlı hakimiyeti döneminde Balkanlar’da beşyüz seneden beri değişik milli kimlikli topluluklarla huzur, karşılıklı yardımlaşma, saygı ortamında yaşayan Türklerin düzeni, baştan başa bozulmuş, sözün kısası, onları “Bozgun”, çil yavruları gibi dağıtmış, perişan etmiştir. Hakim konumdan azınlık durumuna düşen insanlaımızın bir kısmı göç yollarını tutmuş, bir kısmı Ruslar’ın ve Bulgar çetecilerinin kurşunlarına hedef olmuş, bir kısmı da hastalıklara maruz kalmıştır. Hatta bir hayli genç kadın ve çiçeği burnunda kız, köle mahiyetinde Rusya’ya aşırılmıştır. (Meşhur, Ukraynalı yazar Paustovski’nin babaannesi Türk, Kızanlık’tan kaçırılmıştır.)

Ruslardan “korku sendromu”, o denli kanlara damarlara işlemiştir ki, Türklerin ekseriyeti canını kurtarmak için Anadolu’ya kaçmayı tercih etmiştir.

Ancak, bu arada Rodoplar’da Rusların ve Bulgar çetecilerinin mezalimlerine karşı örgütlenen Türkler ve Müslüman ahali, bu bölgeye istilacıların girmesini önlerler. Bu örgütlenme, hükümet kurmaya kadar varır ve sekiz yıl ayakta kalmayı da başarır. İstanbul’dan yardım, destek gelmeyince, varlığına son vermek zorunda kalır.

İlla velakin, istilacılara karşı bu direnmeler yetersizdir…

Rus mezalimleri karşısında susmayan aklıselim Batılı gazeteciler ve toplum adamları da, dünya kamuoyuna bu görülmemiş faciayı, rezaleti çeşitli vasıtalarla duyurmaya çalışmışlardır.

Biraz önce vurguladığımız gibi Bulgarlar, asırlar boyu ortaklaşa, kardeşce, komşuluk kurallarına göre yaşamış olan etnik gruplar, köy ve mahallelerde “Bozgun” sıralarında ve daha sonraki yıllarda Türklere, Müslüman ahaliye etmedik komazlar. Herşeyden önce yıllarboyu alın emekleri ile kazandıkları malları, mülkleri yağma edilir, çalınır çarpılır. Bu yağmacılık olayı “Bay Ganü” eserinin müellifi, A. Konstantinov’un gözünden de kaçmamıştır.

Şair, yazar ve gazeteci Ahmet Ş. Şerefli, “Bulgaristan’daki Türkler” kitabında, Türklerin ve Müslümanların başına gelen bu felaketlere bir hayli yer ayırır:

“Her ülkede az veya çok etnik veya milli azınlıklar bulunur. Bunların varlığını sürdürmek yasalarla, ikili anlaşmalarla güvence altına alınırlar… Bunlar gelişmiş ülkeler için geçerlidir. Kültürü eksik olan ülkeler, milli ve etnik azınlıkları baskı altında tutma veya eritme yoluna gitmişlerdir…” (Sayfa 4)

Kendisine karşı yapılan baskılar karşısında eğilmeyen bu fedakar yaratıcımız ayrıca örneklere başvurarak, Bulgaristan’da Türklere, kendi yurtları yuvalarında kalmış olan insanlarımıza Bulgarlar tarafından yapılan aşağılıkları, zulmü, vahşeti dile getirir. Hele hele Türklerin kutsal imanlarıyla ilgili hiçbir akla, ahlaka sığmayan hareketler tiksindiricidir. Türklerin oturdukları mahallelere domuz sürülerini sürerler, bu yetmiyormuş gibi çeşme ve kuyuların başına domuz kemikleri asılır. Camiler yakılır, yıkılır, okullar kapatılır, aydınlar ya sürgüne ya da ölüme mahküm edilir.

Bu, hiçbir edebe sığmayan davranışlar, güya Antlaşmalar veya Anayasalara göre “eşit haklara” sahip olmamıza rağmen hükümet yetkilileri tarafından görmezliktan gelinir.

Türk tarihi ve edebiyatında Rus-Osmanlı Savaşı’nın açtığı onmaz yaraları günü gününe kaleme alan ve nesillere bir şaheser bırakan bir şahıs vardır:

Zağra müftüsü, Hüseyin Raci Efendi!

Hüseyin R. Efendi notlarında Zağra ve civarında Rusların sivil halka yapmış oldukları zulümlere, kadınlara, çocuklara acımasızca, insanlık dışı davranışlara gözleriyle tanık olmuş, bu iğrenç suçların zamanla unutulmamasını sağlamıştır.

Hüseyin Raci hakkında ne biliyoruz?

Karnobad kasabası yakınlarındaki Mollaşeyh köyünde dünyaya gelir. Savaş sırasında göç kafileleriyle önce Edirne’ye, daha sonra İstanbul’a geçmiştir. Berlin Antlaşması’ndan sonra yurduna, yuvasına, Zağra’ya döner, bir süre müftülük görevini sürdürür.

Hüseyin Raci Efendi şiirler de kaleme almıştır. “Bedrika” gazetesinde makaleleri de yayınlanmıştır.

Rus-Osmanlı Savaşı’ndan sonra şu dörtlük, durumumuzu isabetli bir şekilde gözler önüne serer:

“Aziz, itibarlı bir kavim idik

A’da zelil kıldı bizi

Esir’i bend-i bela

Vü sefil kıldı bizi…”

Yazar ve din adamı Hüseyin Raci Efendi’nin kaleme aldığı “Zağra Müftüsünün Hatıraları” bu edebi türde bir ilktir. Ne var ki, bu değerli yapıt hala gerekli ilgiyi görmemiştir. Yazarın bir de “Hicretname” destanı vardır.

Türk şairi Yahya Kemal Beyatlı, Hüseyin Raci Efendi’nin bu eserini şöyle değerlendiriyor: “Senelerden sonra, bir gün Fatih’ten geçerken bir mahalle bakkalının camında bir kitap gözüme ilişti… Kitabı satın aldım. Bu kıraatın teessürü iliklerime kadar geçti…Zağra Müftüsü Raci Efendi doksanüçte, General Gurko’nun Eski Zağra’ya ilk defa nasıl girdiğini, müslümanların çoluk çocuk, kadın, ihtiyar nasıl kesildiklerini, sonra Süleyman Paşa ordusunun melekü’ssiyane gibi yetişip Eski Zağra’yı nasıl kurtardığını, müslümanların cehennemi bir matemden birden bire delice bir sevince nasıl geçtiklerini, mağlubiyetten sonra da ikinci ve son felaketi, İstanbul’a doğru o acıklı hicreti bitin sahneleriyle naklediyordu…”

“Bozgun” bildiğimiz “93 harbinden sonra, önce 3 Mart 1978’de Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya devleti arasında “San-Stefanos Antlaşması” imzalanır. Bu Antlaşma mücibince Bulgaristan’ın toprakları olağanüstü genişler. Üç denize ulaşır. Batı devletleri, Rusya sayesinde Bulgaristan’ın bu denli büyümesini kaldıramazlar ve Temmuz 1878’de Berlin Antlaşması düzenlenir. Bu Antlaşmaya göre, Bulgaristan, Rumeli-i Şarki ve Kocabalkan (St.Planina) sıra dağları kuzeyinde prenslik adıyla iki kısımdan ibaret olur. Ve sonraları ikisi birleşerek Bulgaristan meydana gelir.

Bu akıllara sığmayan sarsıntılar, yakım, yıkımlardan sonra Bulgaristan’da ne kadar Türk ve Müslüman kalmıştır? Bunun günümüze kadar doğru dürüst muhasebesi yapılmamış ve yapılması da pek mümkün değildir. Kimi verilere göre, o yıllarda Bulgaristan’da Türklerin ve tüm Müslümanların sayısı bir milyonun üzerindedir.

Ne var ki, bu olaylardan sonra Bulgaristan dahilinde Türk ahalisini muhatap alan gazeteler, yürekleri sevindirici olağanüstü bir artış gösterirler. Bu doğrudan bir “patlama”dır. Çünkü bir otuz yıl içerisinde, Prenslik döneminde, sadece Plovdiv (Filibe) kentinde otuza yakın gazete yayınlanır. Bunların bir kısmı Ruse, Razgrat, Şumen, Sofya gibi şehirlerde de basılmıştır.

Bu, “Bozgun”dan önce akıllara dahi sığmayacak hadise nasıl açıklanır?

Konuyla ilgili araştırmalar yapan kimi basın mensuplarına göre, Bulgaristan’ın bağımsızlığından sonraki yıllarda Türklere ait gazetelerin artışını, 2. Abdülhamit baskılarından kaçan aydınların girişimleriyle izah etmeye çalışırlar. Bu kaçışların ve sığınmaların ardı arkası Türkiye’de cumhuriyet döneminde de kesilmez.

Bize göre, Bulgaristan’da Türklere ait gazetelerin hızla çoğalmasını sadece bu sebeplere bağlamak, dayandırmak yeterli değildir. Bu konu, geniş, derin ve sağlıklı araştırmalar gerektirmektedir.

Dolayısıyla, “Bozgun”dan sonra, Bulgaristan Türkleri için nasıl, nice bir ayakta kalma mücadelesi başlamıştır. Göçen göçmüş, giden gitmiştir. Yapılan ikili Antlaşmalarda, bu azınlıklar korunacak, az veya çok gelişmelerine de imkanlar sağlanacak! En önemlisi, kendi okulları, ibadethaneleri olacak, gelenek ve göreneklerine de sahip çıkacaklar…denmektedir.

Araştırmalarımı yaparken Bulgaristan Türklerinin tarihinde iki olay arasındaki bazı benzerlikler, hatta doğrudan doğruya örtüşmeler gözüme çarptı:

Birinci olay: 1878 Berlin Antlaşması sonrası, Bulgaristan Türkleri ve Müslüman kesimi.

İkinci olay: 1989-90 Soykırımı sonrası, aynı toplulukların konumu.

Önce, bu iki tarihsel olay arasındaki benzerliklere bir göz atalım:

“Bozgun” neticesinde yer yerinden oynar, biraz önce de belirttiğimiz gibi Türkler, Müslümanlar, sözün tam anlamıyla perişan olur, yokolma noktasına gelirler…

İkinci olayda da, Bulgaristan’da diktatör Jivkov rejiminin kanlı, bıçaklı, toplu tüfekli, acımasızca hamleleri sonucu, Türklerin, hiç olmazsa, kağıt üzerinde aslı astarı, dili dini, soyu sopu birkaç ay içerisinde yokedilir…

Peki, bu iki olay arasındaki farklara gelince, ne diyelim?

Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, Berlin Antlaşması’ndan sonra konumuz itibarıyle Türkleri muhatap alan gazete ve dergilerde muazzam bir artış göze çarpar. Sadece Prenslik döneminde, otuz yıl zarfında bu gazete ve dergilerin sayısı kırkı bulur. Bu rakama Çarlık sürecindekilerini de ilave edersek, gazete ve dergilerin sayısı yüzkırkları bile aşar.

Günümüze gelince, yani “demokrasi” dediğimiz zamanda, gazete ve dergilerin sayısı kaçtır?

Müsadenizle bu sorumun cevabını sizden, dinleyicilerimden istesem, bir hataya düşer miyim?

Tarihimizde “93 harbi” olarak geçen yakıcı, yıkıcı olaydan sonra, ileri görüşlü, vicdan sahibi Türk aydınları, gazeteler, velhasıl basın aracılığı ile bu azınlığı ciddi muhatap alırlar. Bir yandan onun nabzını tutarak, öte yandan yaşama sımsıkı sarılarak, geleceğini garantilemeleri için ellerinden geleni yapmaya hazırdırlar. Ayakta kalan aydınlar, bu yolda bir seferberlik başlatırlar. Büyük sorun, bu ahalinin ufkunu genişletmek, onu, bu savaşın yarattığı yalnızlığın, kimsesizliğin kucağından alıp, ileri götürmek, geleceğe taşımaktır…

Bu yolda öne çıkan isimlere gelince, Mehmet Fikri, Ali Kemal Balkanlı, Mahmut Necmettin Deliorman, Mehmet L. Takanoğlu, Mehmet Müzekka Con, Mustafa Alyanak, Muharrem Yumuk, Hasip Ahmet Aytuna, Ahmet R. Rodoplu, Osman Nuri Peremeci, Etem Ruhi Balkan, Halil Zeki Lovçalı, Hafız Ah. Meçik vb. gerçek anlamda kendilerini bu davaya adayan şahıslardır.

Bu kısıtlı araştırmalarım sırasında dikkatımı çeken bir başka unsur da gazetelerin adları: Tuna, Tuna boyu, Varna postası, Arda, Balkan, Deliorman, Kara Deniz, Tunca, Koca Balkan, Rodop sesi, Rumeli vb. Görüldüğü gibi bu isimler, yabancı ya da haddini aşan süslü püslü yakıştırmalar değil, tümüyle insanlarımızın toplu halde ecdatlarımızdan tutarak, yaşamlarını sürdürdükleri, yurtlarının yuvalarının bulunduğu yerler, topraklardır…

Ve dahası var: Çiftçi bilgisi, Çiftçi kurtuluşu, Tarla, Nadas, Doğru yol, Güneş, Eyyam vb. gibi gazete isimleri bana kalırsa bilinçli olarak verilmiş, hiç de rastgele olmamıştır. O yıllarda ve daha sonraları çoğunlukla tarım kesiminde uğraşı veren Türklerin dolambaçlı, yabancı ağırlıklı gazete isimlerine ne gerekleri var? “Çiftçi, Nadas, Tarla” emeği, alınterimizi çağrıştıran ne güzel sözcükler!

Bu konu hakkında araştırmalarımı sürdürürken, gazeteciliğin sıradan, şöyle böyle bir uğraşı olmadığının da farkına varabilmemdir.

Sözün kısası, gazetecilik ulvi bir tutkudur. Bu uğraşıya kim gönül vermişse, onun bağrına yaslanmışsa, ne pahasına olursa olsun, ondan bir daha uzaklaşmak olanaksızdır.

Bunu kanıtlamak için birkaç örneğe başvurmak istiyorum.

Şair, gazeteci, eğitimci Mustafa Şerif Alyanak’ın Bulgaristan Türklerinin kültürel hayatında ayrıcalıklı yeri vardır. O, Balkan Savaşları’ndan sonra, Türklere ve topyekün Müslümanlara yapılan insanlıkdışı soykırım ve vahşetlere karşı duyarsız kalamaz. Öğretmenliğe ara vererek, gazeteciliğe geçer. “Tunca”, “Türk sadası”, “Ahali”, “Kocabalkan”, “Bulgaristan Türk Muallimler” mecmuası vb. gazetelerde muharrirdir. Bundan başka “Mücadele” ve “Tuna boyu” gazetelerini çıkarmıştır. Kırcaali ve Yanbol’da basılan gazetelere de yazılar göndermiştir.

Aliosman Ayrantok, yeri asla doldurulamayacak bir şair, sanatçı ve eğitimcidir.

Varna’nın Srediş köyünde dünyaya gelen A. Ayrantok, tahsilini İstanbul’da sürdürür. Ticaret okullarından sonra, bir süre Hukuk Fakültesi’nde de eğitim görmüştür. İstanbul gibi bir kentin çekiciliğine sırtını dönerek, vicdanının çağrısına uyar ve Dobruca’da kırk yıldan fazla öğretmenliği sırasında, M. Müzekka Con ile “Çardak” gazetesinde buluşurlar. “Dobruca”, “Tuna”, “Hak Sözü” gazetelerinde makaleler yayınlar.

Diğer bir dahimiz, Bulgaristan Türklerinin kültürel hayatında ayrıcalıklı bir yere sahip olan Mehmet Fikri, kısacık biyografisinde bize unutulmaz değerler bırakmıştır. Şiirlerinde usta, vaizleri ise ruhları, yürekleri istila eden unsurlarla yüklüdür. Başmüftülüğün “Medeniyet” gazetesinde sorumlu muharrirdir ve eğitimle, milli davamızla ilgili bir yazsından dolayı kalemine yasaklık getirilir.

Şair, hukukçu, muallim ve dilci olan Muharrem Yumuk, yapıtlarını 1920’li yıllarda yayınlanan “Deliorman”, “Yenilik”, “Halkın Sesi” gazetelerinde yayınlamış, ayrıca “Bulgaristan Türk Muallimleri” mecmuasının ileri gelen yazarlarından birisidir. Türkiye Cumhuriyeti’ne göçünden sonra, birhayli sorumlu devlet görevlerinde bulunmasına rağmen, 1954 yılında yayın hayatına başlayan “Anayurt” gazetesinin hiç aralıksız yazarlığını yapmış, gazetenin İstanbul temsilciliğini de üstlenmiştir.

Ali Kemal Balkanlı’nın doğum yeri İstanbul’dur. Lakin ecdatlarının yurdu yuvası Balkanlar, Bulgaristan’dır. O, daha çocukluğundan itibaren gönlü, ruhu ile buralardadır. Olgunluk dönemine girer girmez, İstanbul okullarında bir süre eğitim alır ve ardından Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, İtalya’ya gider ve orada dört yıl, İtalyan dili ve edebiyatı üstüne eğitim görür. Bu arada Türkiye’nin Büyük Elçiliği’nde memur olarak da çalışır. Ne hikmetse, tüm bunlar onu tatmin etmez. 1922’de Bulgaristan’a gelir, Filibe’ye yerleşir. Bir süre Harmanlı, Kırcaali ve Peştere’deki Türk okullarında ders verir, bu bölgelerdeki Türk İslami anıtları dolaşır, durumlarını görür, kitaplar neşreder, gazeteler çıkarır. Sahibi ve muharrirliğini yaptığı gazetelerin bir kısmı: Dostluk (1926-30), Çiftçi kurtuluşu, Balkan Postası’dır (1934-36).

Ali K. Balkanlı’nın eğitim, gazetecilik hizmetleri ile yanısıra, Bulgaristan Türklerine, aydınlara kazandırmış olduğu “Yeni Türk Lügatı”dır. Bu sözlük günümüzde de değerinden hiçbir şey yitirmemiştir. En son eseri de “Şarki Rumeli ve buradaki Türkler”dir.

Gazeteciliğin sıradan bir meslek, bir uğraşı olmadığını birkaç kez vurguladık. Gazetecilik, herşeyden önce bir tutkudur. Bir şahıs kendini bu tutkuya verdiği halde ondan uzaklaşmak, vazgeçmek imkansızdır.

Derken Bulgaristan Türkleri ve tüm Müslümanların kaderinde, Balkan Savaşları’nın gadrine uğramak da varmış. Sivil halka karşı girişilen katliamlar, ırza geçmeler, zulümler hala günümüz insanların belleklerinden silinmiş değildir. Hele Rodoplar’daki Müslümanlara uygulanan soykırımları, camilerde müminlerin toplu halde ateşe verilmeleri hafızalarda capcanlıdır. O, unutulmayan acı dolu günleri, ayları gazetecilerimiz, sayfalarında dile getirmişlerdir.

Birinci Cihan Savaşı’ndan sonra, Aleksandır Stamboliyski’nin Çiftçi iktidarı yıllarında biraz huzur ve rahatlık gören Müslüman halk, 1923 ve 1934 yıllarındaki darbelerde payını alır. Geçim sıkıntılarının yanında kültürümüz de ağır baskılara maruz kalır. Okullar, dernekler ve gazetelerin kapılarına kilit vurulur. Türklerin yanında olan yaratıcılar cezaevlerine sevk edilir, sürgüne gönderilir. Bu aydınların bir kısmı Türkiye Cumhuriyeti’ne kaçarak, ancak canlarını kurtarabilirler.

O yüzdendir ki, Sovyetler’in yardımlarıyla iktidara gelen komünistlerin”eşitlik, kardeşlik, beraberlik” sloganlarını gerçekmiş gibi kabullenen yaratıcılarımız, sosyalizm düzeninin inşaasına canla başla katılırlar…Hatta bazıları, Sovyet Orduları’na övgüler düzerler…

Bulgaristan’ın yönetimini ele geçirenler, azınlıklara, hele Türklere karşı sinsi, ikiyüzlü davranışlar sergilerler. Her hareket Ruslar’dan, daha doğrusu Sovyet kodomanlarından alınan talimatlara göre yapılır. Türklere, Müslümanlara karşı yaklaşımların içyüzü daha 1934’lerde ortaya çıkar. Memleketteki tüm yeradlarının değiştirilmesi, 1984-85 soykırımının canlı bir provasıdır. Daha sonraları da bu provaların ardı arkası kesilmeyecektir. Bir on küsur yıl sonra Bulgaristan’da Türk okullarının hepsi kapatılır. 1958-59 ders yılında ise ayrı gayrı olmayacak denip okullar birleştirilir. Dikta rejimi Türklerin zararına olan tüm bu girişimleri ustaca, kurnazça açıklar:” Yahu, biz hep beraber son derece ilerici, eşitlikçi, adaletli bir düzen kuruyoruz. Bunun adı da “sosyalizm”! Ayrıma gayrıma ne gerek var?” hikayeleriyle Türk toplumu bir nevi uyutulur, hatta narkozlanır.

Yönetim, tüm bu emellerine ulaşabilmek için emniyet güçlerini çoktan devreye sokmuştur. Aydın kesimi hiç aralıksız takip altındadır. Türkleri, Müslümanları köküne dek kazımak, yoketmek için sinsi, gizli planlarını hiç aralıksız sürdürür. 1969 yılında Politbüro’nun aldığı altı maddelik kararlar, bu yoketmenin önhazırlığıdır. Zaten hemen birkaç yıl sonra Orta Rodoplar’da Türk adı, Müslüman adı taşıyan bir şahsa rastlayamazsınız. Doğu Rodop ve öteki bölgelerdeki Türkler bu konuda henüz çok rahatlar: ”Siz zaten pomaksınız!” deyip geçiştirilir.

Bu yıllar içinde Bulgaristan yöneticileri, yapacaklarını yaparlar, edeceklerini ederler. Lakin azlık da olsalar, onların bu acımasız girişimlerinin farkında olup, karşı koyan Türk aydınları da ortaya çıkacaktır. Onlardan Osman Kılıç, Nuri Turgut Adalı, Embiya Çavuş, Ahmet Ş. Şerefli, Ömer Osman Erendoruk ilk sıralarda yer alırlar. Buna karşılık Osman Kılıç ölüm cezasına çarptırılır, ötekileri hapis cezalarıyla yakayı kurtarsalar da, Nuri Adalı Türklüğünden taviz vermediği için 23 yıl demir parmaklıklar arakasında kalır.

Son hamle olan 1984-85 soykırımına komünist dikdatörler, kendilerine göre “çıplak ellerle” gitmezler. Dünyamızın uygarlık tarihinde eşine, dengine rastlanmayan bu kanlı girişime önhazırlıklı yanaşırlar. Bilim adamlarını ve Müslüman kesimden yandaşlarını seferber ederler. Onlara göre, Pomaklar, Rom asıllılar Bulgar soyundan olunca Türklere ne kalmış? “Türklerin kökü kökeni de Bulgar soyludur!” Bu asılsız iddialarına haklılık kazandırmak için sözde “bilim adamları” gece gündüz çalışırlar, dünyanın kağıdını, kalemini harcarlar. Yandaş Türk soylulara ise gizli emirler verilmiştir: “Ecdatlarınızın mezarlarına haçlar yerleştireceksiniz! Böylelikle aslınız günyüzüne çıkacaktır!” Onlardan bir kısmı ise gazetelerin bu konuyla ilgili açtıkları köşelere hazırladıkları “Benim soyum sopum Bulgardır!” yazılarını bastırmak için kuyruklar oluşturdular.

Bulgaristan Türkleri ve Müslümanların yaşamında göçlerin hiç ardı arkası kesilmemiştir. Tüm göçlerin ortak özelliği ayrılıklar, bölünmeler, gözyaşlarıdır. Nedense, 89 Göçü, onların hiçbirine benzemez. Zorunlu olmasına zorunludur ama Türklüğe doğru çoşkulu bir koşuştur o! Hudutu, bariyerleri aşınca, topla tüfekle alınan ismine kavuşursun, dilini, Türkçeni konuşursun, ibadetlerini hiç kısıtlanmadan yerine getirirsin!

Bu ulvi emele kavuşmak için Emine teyze çapasını tütün tarlasında bırakır, Hasan öğretmen 45 dakikalık dersi tamamlayamaz, yarıda keser, Ali usta yapıya koyduğu tuğlayı öylece kor, inşaattan ayrılır…

O, muazzam bir koşuştu soyumuza, sopumuza, dinimize, imanımıza doğru!

Ben de, hasbelkader eli kalem tutan bir adam gibi bu kutsal yürüyüşü “Dalga Dalga Göç” kitabında günü gününe not ettim. Bununla yanısıra “Balkanlar’da Türk Kültürü” ve “Alev” dergisinde, Türklük davası uğruna bir azınlık olarak yaşadıklarımızı, çekilerimizi, umutlarımızı sayfalara aktarmaya çalıştık.

Bunu ne denli başarabildik, bu değerlendirmeyi okuyucularımız yapacaklardır her halde.

Son söz olarak, gazeteler, gazetecilik ne işe yarar konusunu toparlamak için birkaç ifade sarfetmekte yarar vardır.

Herşeyden önce gazeteler, teknolojik gelişmeler hangi aşamaya varırlarsa varsınlar, birer paylaşım, ortak fikirlerde buluşma, edebiyatı, sanatı takdim aracı olarak gündemden düşmeyeceklerdir.

Önerilerim:

1. Kısa bir süre içinde Bulgaristan Türkleri günlük veya haftalık bir gazeteye kavuşmalıdır. Bu gazete de güdümlü olmamalıdır.

2. Bulgaristan’da Türklüğe ve İslam’a hizmeti geçen büyüklerimiz, doğum veya vefatları günlerinde anılmalıdır.

3. Aydınlar, hiç olmazsa üç ayda bir başkentte veya bölgelerde toplantılar düzenleyip görüş alışverişinde bulunsunlar.

4. Ayrıca yaratıcılarımızın eserleri, bu gibi buluşmalarda veya devlet radyo ve televizyonlarında tanıtılmalı ve takdim edilmelidir.

Saygılar!

10.12.2019, Ustina