Yazı: Mehmet İsmail Keçici
Mustafa Taşkın bizim köydendir. Otuz, otuz beş yaşlarında, kısa boylu, ince yapılı, kara bıyıklı bir adamdır. Şakayı ve mizahı çok sever, o yüzden de gelen geçene sataşır. Ama köylüler onun nasıl bir insan olduğunu bildikleri için kendisiyle dalga geçerler.
Yılandan çok korkardı. Genç erkekler bellerinden bel kayışını kolaç yapıp ensesine atınca Mustafa’ya kimse erişemezdi. Hem koşuyor, hem de sesinin çıktığı kadar bağırıyordu. Avcılıkta çok merakı vardı. Bölgemizde avcı kursları açılınca o da yazıldı köydeşleriyle birlikte. Orada yeni bir şey öğrenemedi ama hatır için ona da verdiler avcılık belgesi. Kurs biter bitmez hemen bir avcı silahı ve bir de av köpeği aldı. Daha tanyeri ağarmadan kırlara çıkar ve akşam karanlığına kadar ekinliklerde gezerdi. Hiç bir şey vurmadan yorgun argın evine dönerdi. Bir yıl zarfında bir kuş bile vuramamıştı. Av vurmakta kısmeti olmamıştı ama av köpeğinde kısmeti varmış. Meğer aldığı köpek dişiymiş. Bin bereket bir köpeği varken altı tane olmuştu. Küçük yavruları aşırı çok severdi. Her gün doyurup sulayıp hepsini birer birer okşuyordu..
Mustafa Taşkın bir sabah yine erken kalktı. Silâhını omuzladı, köpeğini de ardına taktı ve kırların yolunu tuttu. Az gezdi, uz gezdi ta gün kavuşurken evine döndü. Bu defa da her vakit olduğu gibi boş elle. Büyük bir öfkeyle karısına dönerek:
-Bu tüfeği satacağım artık! dedi.
Karısı da:
-Sat ya! Zaten senin tüfek alman bile bir delilikti. Ben sana, senden avcı olmaz dememiş miydim? Ama beni sesleyen yok ki. Satacakmış, satacaktın da niye aldın? Bir şey satmayacaksın, onun parası ödenmiş, kimseye de zararı yok. Dursun orada!
Daha konuşacaktı ama kocasının kızdığını görünce sustu…
O gece Mustafa’nın gözüne uyku girmedi. Bir öte, bir beri yanına dönüp durdu. Sanki bütün düşmanları başına üşüşmüştü. Bir ara kendi kendine konuşmaya başladı: “Ben bu ailenin erkeği miyim, yoksa nesiyim? Bir karı gibi şeyin ağzına bakıpta tüfek satmayacağım ha? Oho ben karı sesleyecek olursam!”
Sabahsı duramadı. Tüfeğe bir müşteri bulup hemen sattı. Ama kopoyları satmadı, çünkü onlara kıyamıyordu…
Dokuz Eylül kurtuluş bayramına iki üç gün kalmıştı. Mustafa Taşkın’ın canı et çekmeye başlamıştı. Burnunda taze pişmiş et kokuyordu. Hemen merkeze restorana indi. Cebinde bol parası da vardı. Birkaç kadeh rakı ve bir kaç da bira patlattı. Orada bir arkadaşından öğrendi ki, karşı mahallede Sabuncu Osman dana kesip kıyılmış et satıyormuş. Sallak bullak evin yolunu tuttu ve varınca da damdan kır eşeği arabaya koşarak, karşı mahallenin yolunu tuttu. Osman artık içeriye toplanmıştı ama yine de Mustafa’yı boş çevirmedi. Zira ortalık da kararmıştı. Herkes evlerine toplanmıştı. Beş kilo kıyılmış dana etini Mustafa’nın eşek arabasına koydu ve:
-Yolda dikkat et Mustafa! dedi. Eşeği de sopalama, yavaş yavaş git, arabadan düşersin.
Ona sanki öyle dememişler, eşeği sopalayarak evin yolunu tuttu. Çok şükür arabadan düşmeden evine varabildi. Kır eşeğin hamutunu zar zor sırtından aldı ve hayvanı yerine kapattı. Evde ses selam yoktu. Karısı yatmıştı her halde. Kendisi de içeri girdi ve horlaya horlaya uykuya daldı…
Sabahleyin karısı soba da peksimet pişiriyordu, o da peksimetlerin kokusuna uyanarak:
-Karı, yetti ağzımı sulandırdığın, dedi. Ver bir kaç köfte de şunların tadına bir bakayım. Zaten çoktan beri et gördüğümüz yok.
Karısı hayret ve şaşkın bir halde:
-Nasıl köfteymiş o be adam? diye hayretle sordu. Sen rüyanda görmeyesin köfteyi?
-Hadi ulan karı, çok uzattın ama, ver bir kaç köfte de körleyeyim şu amelimi!
-Vallahi köfte değil, işte bir yemin sana! Peksimet pişiriyorum dedim sana!
Mustafa iyice sinirlenmişti. Kalktığı gibi hemen soba üzerinde cızıldayan tavayı kavradı. Ama ne görsün, hakikaten de karısı peksimet pişiriyordu. Sarkmış olan iç donunu beline çekerek:
-Şimdi göreceksin köfteleri sen! dedi ve dışarı fırladı. Hemen eşek arabasının yanına vardı. Vardı varmasına da, varınca da yerinde donup kaldı. Etin yerinde yeller esmişti. Yalnız kâğıt parçaları ve et kırıntıları kalmıştı. Ana köpek ve yavruları hala ağızlarını ve burunlarını yalıyorlardı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Yerinde fırıldak gibi dönüp duruyordu. Hemen köpekleri çağırdı başına, fakat bir kaçı yoktu. Ötesini berisini aradı. Bir de ne görsün. Küçük yavrulardan ikisi ölmüştü. Her halde etten biraz fazla kapışmışlar. Ev sahibi büyük bir telaşa uğramıştı. Ölmüş hayvancıkları üzüntü içersinde sıvazlamaya başladı. Neredeyse hemen hemen ağlayacaktı, bu anda karısı yanında bitiverdi:
-Ne bu hal be adam? diye sordu. Neden ölmüş bu köpekler?
Yaşlı adam ezile büzüle:
-Akşam beş kile et almıştım ya, arabada unutmuşum, hayvancıklar da hepsini yemiş. İkisi de ölmüş.
Karısı büyük bir telâşla:
-Ne, beş kile et mi aldın? Kopoylar da yemiş hepsini, öyle mi? Ne budala adamsın sen be, onca eti yutturdun mu bu itlere?
-Defol, git başımdan fena karı, elimden bir kaza çıkmadan! Burada iki tane hayvancağız ölmüş, o ise beş kile eti düşünüyor.
-Sen neye düşünüyorsun ulan, akılsız herif? Bu itlere mi acıyorsun? Sen beş gün de beş kile et parası kazanamıyorsun! Birde kalkmış…
-Hadi karı, sen beni günaha sokmadan savul git başımdan, doyururum seni ete!
-Konuşmaya da yüzün varıyor, ulan utanmaz herif! Senin gibi bir aptal dünyada bile yoktur! Anladın mı beni? Dünyada bile yoktur!
Artık Mustafa’nın sinir sitemi iyice bozulmuştu. Eline geçirdiği sopayla karısının üzerine çullanarak bütün kuvvetiyle vurmaya başladı:
-Al sana et! Al sana et, diyordu her vuruşunda. Benim başımda ateş yanıyor, o kalkmış bana hesap sormaya. Çabuk defol hanemden, bir daha da ayak basmayacaksın buraya, anladın mı?
Karısı acı ve hıçkırıklar içersinde kıvranıyordu:
-Gideceğim, gideceğim, rahat ol, dedi. Sen kendin geleceksin beni aramaya.
-Ben mi? Hiç aklına bile gelmesin! Hadi çabuk defol şuradan da gözüm görmesin seni!..
O gün bu gün bizim köylü Mustafa Taşkın hep karısız yaşar. Kendisine, niçin evlenmiyorsun da karısız yaşıyorsun? diye soranlara şu cevabı veriyor:
-Aganın ben karısız yaşıyorum, çünkü o karı dediğin şey çok şeytandır ve her yere de burnunu sokar. Ben de böyle şeylerden hiç hoşlanmam. Karı olan karı, karı gibi durmalıdır… Daha sı da var. Bir evde tavuk değil, horoz ötmelidir, horoz! Anladınız mı beni? Horoz ötmelidir!
Temmuz 1968, Yasenkovo/ Şumen